AC3 Veritabanı / Mekânlar

BOSTON

 

BEACON HILL

Belki de tahmin edilebileceği gibi Beacon Hill adını bir grup Puritanın bir fenerin (beacon) yanındaki tepedoruğuna yerleşmesinden almştır. ‘Fener’ aslında burada ‘direğe asılı zift dolu bir kova’ olarak da algılanabilir. Yapılırken ki amacı yöre halkını gelebilecek olan tehlikelere karşı uyarmak olabilir – basit, etkili, ve aslında asla kullanılmayan.

Tepe şu anda olması gerekenden daha alçak – tepesi ise Değirmen Göleti’ni doldurmak için boşaltılmıştı. Buda tepesinde binalar yapabilmeyi kolaylaştırıyor, ve aynı zamanda daha fazla toprak da Değirmen Göleti’nde – yatırımcılar için bir taşta iki kuş demek yani bu.

Beacon Hill burada 1790’da yeni bir Massachusetts Hükümet Konağı açıldıktan sonra yaşanılacak bir yer oldu. Yatırımcılar tepenin güneyinde lüks evler inşa ettiler, Boston Meydan’ına üstten bakan bir yer.

Tepenin Kuzey yamacı ise daha önceden yerleşime açılmıştı, ve biraz daha az lükstü, ve bazen de sanki ‘Fuhuş Dağı’ olarak çağrışım yapıyordu. Ne büyülü bir çağrışım ama. – yine de bir yer adından çok bir talimat gibi geliyor.

 

BOSTON BOĞAZI

18. yüzyılda, Boston’daki tek karayolu “Boston Boğazı” adlı uzun ve dar bir yolun üzerindeydi.

İnsanlar çoğu zaman Afrika’nın kalbinden ya da Avrupa’nın merkezinden bahsederler. Boston’ın da bir boğazı olması ne kadar güzel.

Tahkimatlar şehri olası kara saldırılarından korumak için boğaza kurulmuştu, böyle bir boğaz için biraz ağır bir kolye ya da hoş bir boyunluk mu demeli?

1775’te Boston Kuşatması başladığında, Vali Gage tahkimatların daha da genişletilip güçlendirilmesini emretti – böylece “Gage’in Hattı” olarak bilinmeye başladılar.

19. yüzyılın başlarında bölge, şehrin büyümesi için yer açmak ve büyük olasılıkla adaya gidiş geliş trafiğini azaltmak amacıyla Boston Boğazı’na katıldı, ne de olsa Boston artık kırsal alandan gelebilecek bir tehlike altında değildi.

 

BOSTON MEYDANI

Burası Kuzey Amerika’nın ilk halka açık parkı olma onurunu taşıyor. William Blackstone’nun (ya da Blaxton, eğer orjinal halini merak ediyorsan) otlağıydı ilk başta, oradaki ilk beyaz yerleşimci adını taşımasına rağmen. Boston büyümeye başladığında, Blackstone daha uzak bir yere gitmeye karar verdi. Toprağını £30 karşılığında şehrin büyümesi için sattı, ve onlarda orayı açık bir meydan haline getirdiler – adının sebebi bu.

Boston tarihinin ilk ya da ikinci yüzyılı için burası ineklerini otlatabileceğin (bir kere de en fazla yetmiş tane), askerleri eğitebileceğin (İngiliz Nizamileri burada kamp kurdular) ara sıra halka açık idamların olabileceği (bubi tuzağı ya da cadı olma suçları gibi), ya da belki çıkıp bir yürüyüş yapabileceğin bir yerdi, etraftaki o kadar inekle beraber tabii.

İngilizler kampı şehir 1776’da düşünce terkettiler. Halka açık idamlar da 1817’de sona erdi. Ve ineklerde 1830’da yasaklandı. Yine de hala orada bir yürüyüş yapabilirsin, ama inekler olmadan bunun ne anlamı var ki?

 

BREED’S HILL

Teknik olarak Bunker Hill Muharrebesi “Breed’s Hill Muharrebesi” olarak adlandırılabilir. Kıtasal ordunun istihkam yaptığı yer Breed’s Hill’dir ve çatışmanın çoğu bu alanda geçmiştir.

Breed’s Hill(Breed’in Tepesi)’nin Bunker Tepesi’nden önetmli olmasının tek bir nedeni vardı – Boston’a yakın olması ve bu da şehirde konuşlanan topçuların işini kolaylaştırıyordu. Tabi Boston’un kolayca geri ateş altında kalması gibi bir dezavantajda sözkonusu idi. Hiç kimse neden William Prescott Bunker Hill’i seçti bilmiyor – muhtemelen istihkam için gece karanlığında çalıştığından, Prescott gündüz güneş açana dek tepenin ne kadar paha biçilemez olduğunu kavrayamamıştı. Ne olursa olsun toplanıp taşınmak işin çok geçti artık. Oldukça garip bir an olduğunu hayan edebiliyorum.

 

BUNKER HILL

Charlestown yarımadasındaki en geniş tepedir ve ana adaya da en yakın olanıdır.

Bunker Tepesi savaşı zamanında isyancı destek kuvvetleri Bunker Hill’e gitmek için Charlestown yarımadasına varmış ancak oraya gittiklerinde önce ne yapmaları gerektiğinden emin olamamışlardı. Çarpışmayı katılmak bir yana – ki çarpışma yakınlardaki Breed’s Tepesinde geçiyordu – Bunker Tepesi’nin etrafında amaçsızca dolanıp durdular, öyle ki organize olamamaktan ötürü piknik yapmayı dahi beceremediler.

Israel Putnam burada birlikleri yönetmeye çabalamış – bazı önemli ve tarihte meşhur talimatlar vermiştir “Gözlerinin akını görene dek ateş etmeyin” gibi (ki muhtemelen birden fazla kez dinleyen birini bulduğu her anda tekrar tekrar söylemiştir ve dürüs olmak gerekirse oldukça önemli bir söz). Görünüşe göre emirlerinden sadece bir tanesi uygulanmış – diğer emirlerinin bir çoğu anlaşılmamış ya da basitçe itaat edilmemiş. O zaman ki Kıtasal Ordu göz önüne olınınca, muhtemelen ikisindende biraz diyebiliriz.

 

CHARLESTOWN

Charlestown Boston’ın kuzeyindeki iki küçük kasaba ve yarım adanın adıdır.

Yarımada Bunker Hill Muharrebesinin yapıldığı yerdir (çatışma birden fazla tepede cereyan ettiği için Charlestown Muharrebesi olarakta bilinir). Paul Revere’in Gece Sürüşü’nü başlattığı yerdir aynı zamanda, ki ben hala bunu duyduğumda bir bayan ile yapılmış bir aktivite olarak algılarım.

Charlestown kasabası – 1775’ten önceki hali, çünkü çok az bir kısmı Bunker Hill Muharrebesi’nden kurtulabilmiştir. Kıtasal Ordu keskin nişancıları burada konuşlanıp İngiliz birliklerini taciz etmiş ve İngilizlerin kasabayı ateşe vermesine sebep olmuştur. Bir çok yapı yerle bir olmuş ve geri kalanı Ocak 1776’daki baskında yanmıştır. Geriye kalan kısım düzenleme yapılan caddedir.

Charlestown yeniden yapıldı, ancak yinede – şu an Boston’ın bir parçasıdır.

 

CHURCH REZİDANSI

Bu ev 1707 yılında seçkin ve yerel bir tüccar olan Robert Calef tarafından yaptırıldı. Benjamin Church burayı Boston ikameti olarak kullanmak için Calef’in mirascılarından aldı. Church’ün çalışmaları Newbury sokağında,kısa bir yürüme mesafesi, bu yüzden ev çok ideal bir yerdeydi. Ayrıca ev şehrin güzel bölgesindeydi – Sömürge Boston zamanında bile çitli ve bahçeli evler ucuz değildi ve kablolu televizyonları dahi yoktu.

Aslında verilen bölgede Church’ün çalışmaları iyi gidiyor gibi gözüküyor yada Church’ün başka bir gelir kaynağı vardı.

 

 

 

COPP TEPESİ BATARYASI

Copp Tepesi Boston’ın en yüksek tepesi ve de Boston’ın kuzey ucundaki en yüksek noktaydı. Boston kuşatması sırasında tepeye yer yer tahkimatlar konuçlandırılmış, isyancıların Charlestown yarımadasındaki nehrin üzerine kendi tahkimatlarını kurmalarına karşı konulmak istenmişti.

Bunker Tepesi Savaşı esnasında Copp Tepesi’ndeki ağır silahlarla Kıta Ordusu üzerine ateş açıldı… yani, öyle sayılır. Bu yıkımdan çok bir dikkat dağıtma gibiydi – en azından Breed Tepesi’ndeki tahkimatlar için. Charlestown şehrindeki saldırı daha etkiliydi, Kıta Ordusu’nun nişancılarını geri püskürtmüş ve şehri hedef almıştı.

 

 

ESKİ GÜNEY TOPLANTI EVİ

Bu bina Amerika Devrimindeki kilit olaylardan bazılarına şahit oldu, çoğuna kazayla. Aniden Boston’daki en büyük yapı oluverdi. Yani, biz dolmuş hatta taşan Faneuil Salonunda buluştuğumuzda, herkes Eski Güney Toplantı Evine doğru hareket etmişti. Buda şimdiye kadar kadar ki en büyük, en kızgın ve en asi kalabalığın burada işinin bittiği anlamına geliyor.

Boston Katliam’ından sonra insanlar burada Vali’den İngiliz askerlerinin şehirden çıkarmasını istemek için buluştu – ve yapıldı da. Binlercesi burada, Boston Çay Partisi’ndeki ileri gelenlerin toplantısı ortaya çıktı. Bu çay partisi aynı zamanda Samuel Adams’ın kendi elleriyle hattı teslim ettiği “Bu toplantı ülkeyi kurtarmaktan başka bir şey yapamaz” diyere çayları teknelerden aşağı dökmek için insanları gazladığı yerdir. Bir İngilizin yüzüne çaylarını dökmekten daha ağır bir tokat atılabilir mi ki zaten? Hayır. Kendimizi tokatlamamız dışında tabii, ama bu sana söylmek istemediğim bir sırdı.

Bu bina da 1776’daki İngiliz kuşatması sırasında diğer isyancı noktalarıyla aynı kaderi paylaştı: Yağmalandı. Minber ve oturaklar yıkıldı ve yakacak odun olarak kullanıldı, kilisnin içi ise çerçöp ile dolduruldu, sonundaysa bir ahır ve binici olarak kullanılmaya başlandı. Hatta ikinci katta bir bar bile vardı. Sanırım askerler bunun Puritan’lara çok dokunacağı düşündüler. Bundan daha kötü olabilecek tek şey kareoke gecesi olurdu herhalde. Puritanlar kareokeden nefret eder.

 

ESKİ HÜKÜMET KONAĞI

Bu bina Massachussets hükmetine 1713’ten 1798’e kadar ev sahipliği yaptı. Devrimden önce bu vali demek olurdu, onun danışmanı, ve seçilmiş bir parlamento. Tabii ki, ‘seçim’le, yani ‘mülk sahibi beyaz erkeklerin seçimiyle’ demek istedim, oy kullanma hakkı olan tek insan olduklarından dolayı.

Parlamentonun ayrıca çok sınırlı bir gücü vardı – vali istediği herhangi bir şeyi veto etme yetkisine sahipti, ve bu yolla veto edemediği zamanlarda da parlamentoyu dağıttı. Bir validen çok diktatör gibi.

1767’de toplantı katında halk onların yasamasını izleyebilsin diye toplantı katında bir galeri yüklüydü – bu o zamanlar için çok yeni bir fikirdi. Tabii ki bazı temsilciler daha sonra halk İngiliz yanlılarını sorgulamaya başladığında verdikleri karardan pişman oldular. Üstelik bu belki de herşeyin asıl sebebiydi.

Hükümet daha sonra 1798’de o binadan ayrılıp daha büyük bir yere geçti ve boş kalan bina ticari bir yere dönüştü, içinde şarap satıcı ve peruk yapımcısı olan bir yer, bu da alış veriş merkezlerini sömürgeyle eşdeğer kılar, özellikle de peruk ve şarapların olmasına karşın.

 

ESKİ KUZEY TOPLANTI EVİ

Burayı Eski Kuzey Kilisesi’yle karıştırmayasın – aslında burası tamamen farklı bir yapı, zaten bu yüzden de farklı bir adı var. Burası Boston’daki cemaatler için ikinci en eski buluşma yeri, bu yüzden alternatif bir ismi var: “İkinci Kilise”. Sonsuz hayal gücünün ne yaşı varmış ama.

Yapabileceğin bir zaman etrafa iyice bak – bu ahşap bina 1776 da yıkılıp yakacak olarak kullanılacak. Kilisenin üyeleri sana bunun İngilizlerin kendilerini sevmemelerinden dolayı olduğunu söyleyecekler – ve belki de biraz da haklıdırlar, çünkü hala sevmiyorlar. Muhterem Peder, Bay Lathrop, isyan yanlısı ve etkileyici vaazlarıyla tanınır, o ve cemaatinin büyük bir kısmı 1776’da Boston’da değildi. Niye olduğunu merak ediyorum aslında. Eski Kuzey Toplantı Evi yıkıldıktan sonra, Mesihin Kilisesi prestijli “Eski Kuzey” ismini miras aldı ve bu da insanların çoğunun bildiği “Eski Kuzey Kilisesi” ne dönüştü.

 

ESKİ TOPLANTI EVİ

Boston Katliam’ı bu kilisedeki çanın saatlerce çalmasına yol açtı, insanların hükümet konağının önünde askerlerle alay etmek için toplandığı gibi. Aynı zamanda Bostonda, kilise çanları ortalık yanarken çalıyordu, bu yüzdende insanlar sokağa çıkıp ne olduğuna bakmak istediler. Kalabaık büyüdü, halk ve İngilizler arasında çok daha kötü bir gerginlik çıkardı. Olaylar yatıştı, tabii ki de askerlerin insanların üzerine ateş açması ve 5 kişiyi öldürmesiyle beraber.

Buradan çıkaracağım kıssadan hisse de Sömürge Amerikasında kilise çanlarının isyanları kışkırtmak için nasıl kullanılabiliceği oluyor.

 

 

 

FANEUIL SALONU

Fransız aksanının seni yanıltmasına izin verme. Buranın adın “Fan-yul ya da Fannel” olarak telaffuz edilir. Yanlış telaffuz senin buralardan olmadığını göstermek için iyi bir yol, ve aynı zamanda da senin bir Fransız olmadığını da kanıtlar ve bu da benim tecrübelerime göre çok büyük bir nimet.

Ayrıca, eğer bir yerli olarak geçmek istiyorsan, rüzgar gülüne iyi bakman gerek. Boston’nun yön bulma işaretidir o. Efsaneye göre 1812’de ki savaşta casus olduklarından şüphelenilenlerden Faneuil Salonunun üstünde ne olduğunu sorarlarmış. Sadece oranın has yerlesi orada bir çekirgenin olduğunu söyleyebilirmiş.

Bina Peter Faneuil’den almıştır adını, buranın yapım masraflarını karşılayan yerel bir tüccar. Yerel çiftçilerin kendi mallarını burada satabilmeleri için yapılmış, bu sayede de sokaklar kalabalıklardan kurtulacatı, ve ayrıca bir çiftçiden diğerine gitmene de gerek kalmayacaktı.

Ancak, binaya lakabını veren şey, ikinci kattaki toplantı salonunda “Özgürlüğün Beşiği”. Bu oldukça gösterişli – ve Amerikalıca, evet söylemeye cesaretim var – bir lakap olarak hatalı değil. İnsanlar burada Pul Kanunu protesto etmek için toplandılar. Ayrıca ilk anti çay vergi toplantısı da burada yapıldı. Ara sıra olan İngiliz karşıtı toplantıları o kadar çok kalabalık çekti ki bina onları kaldıramayacak duruma geldi (bu nokta da geri kalanlar Eski Güney Toplantı Evi’ne gittiler).

Boston kuşatması sırasında, toplantı salonunun içine bir tiyatro yapıldı. Boston normal şartlar altındayken yasaklanan her türlü oyun oynandığından beri – aslında bazı şeylerin hala bir kanun olması gerek – bu da hala İngiliz Yanlılarının isyancıları zorladığı durumlara bir örnek.

 

KALE TEPESİ VE GÜNEY BATARYASI

Kale Tepesi Boston’daki ikinci en yüksek tepeydi, – keşke küçük bir tepecikken daha çok büyümeye çalışsaymış- ve Boston Limanı’nı yukardan görüyordu. Buradaki savunma birlikleri 17. yüzyılın ortalarında kurulmuştu – limandaki Günay Bataryası adlı tek silahlı bit mahkimat ile birlikte.

Güney Bataryası 1740larda güçlendirilmiş ancak 1760larda kullanılmamaya başlanmıştı. Güney Bataryası da Kale Tepesi de Devrimci Savaş sırasında vatanseverler tarafından yeniden kuruldu, ancak her ikisi de 18. yüzyıla kadar harap edildi.

Kale tepesi -tahkimat değil, tepenin kendisi- daha fazla arazi oluşturabilmek için 1860larda düzleştirildi, böylelikle şehrin en yüksek tepesi olma hayali tamamen suya düştü. Kulağa tanıdık gelmesinin sebebi, aynı olayın Boston’daki her tepenin başına gelmiş olmasıydı.

Tepeler Bostonlıların doğal düşmanıdırlar ve her zaman da öyle olacaklar.

 

KÖŞEDEKİ ESKİ KİTAPÇI

Orası şu anda bir eczahane, ancak bir kaç on yıl için bu bina Ticknor ve Fields’e ev sahipliği yapacak, o günlerin önde gelen Amerikan yayıncısı. Kulağa biraz sıkıcı gelebilir, ama bu bina Amerikan edebiyat ve düşünce akımının merkezinde olacak. Henry Wadsworth Longfellow, Nathaniel Hawthorne Harriet Beecher Stowe, ve hatta Charles Dickens gibi yazarların hepsi burada buluşacak.

Tabii ki, Amerika da verilen devlet eğitimiden dolayı bunların kim olduğunu bilememe ihtimalin var. Şunu söylemeliyim ki Minty Clitheroe, Pippy BoomBoom ve sen hala çok etkilenmiş görünüyorsunuz.

 

 

KRAL’IN ŞAPELİ

Kral II James 1680’lerde bir Anglikan Kilisesi inşa edilmesi emretti, çünkü o bir kraldı, ve işin ikramiyesi de ne istiyorsa oydu. Ancak, Boston Yeni Dünya’nın doğusundan gelen Anglikan’lardan kurtulmak isteyen aşırı dincilerle dolduğudundan beri kimse toprağını bir kilise inşa edilmesi için satmaya hevesli değildi.

En sonunda, vali kilisenin eski halk mezarlığına inşa edilmesini emretti, bunun mantığı ise ölülerin hiç bir şey için şikayet edemeyecekleri olmasıydı – herkesin bildiği gibi ölüler çok uysal varlıklardır. Ve kilise de şu anda orada duruyor.

Devrimden sonra kilise bir kaç yıllığına “Taş Tapınağı” olarak bilinmeye başladı – Kral özellikle de o sıralar hiç te popüler değildi, ve taş bir tapınağı “Taş Tapınağı” olarak adlandırmak o sırada bir kişinin dile getirebileceği en iyi fikirdi.

(Şu bağımsızlık isteyen insanları, hiç bir zaman anlayamayacağım bu arada. Onlara bir soy verdik, kendi bebekliklerini bizim meme uçlarımızla sürdürmekten mutluydular, yalpalayarak emekleyen bazı bebekler de vardı ama en kısa sürede bahsettikleri bağımsızlığı ergenlik yıllarında tamamen alabileceklerdi. Ve sonra çekip gittiler, ama eninde sonunda ya borç para almaya ya da elbiselerin yıkatmak için bize döneceklerini biliyorduk, ve biz de o zaman onları affedecektik, çünkü biz daha bilge ve daha olgunduk.)

 

KRALLIK KAHVEHANESİ

Buranın adı biraz yanıltıcı. Bu ‘kahvehane’ kelimsinden kaynaklanmakta çünkü burası kahveden çok şarap satmakta, kahve henüz yeni popüler olduğundan beri. İnsanları sabah kahvesinden hoşlanmadığı bir dönemi hayal etmek çok zor ama, ne yaparsın işte.

Eğer şişe numaralarından gidersek onları stoklamıştı, burası Boston’daki en meşgul meyhanelerden birisiydi – büyük ihtimalle konumundan dolayı. Eğer Bostona 1700’lerde gemiyle gitseydin – hadi kabul edelim bunu – burası göreceğin ilk meyhane olurdu, ve meyhaneler bilgi toplamak için en uygun yer olduğundan büyük ihtimalle orada durup bir şeyler içer ve son haberleri dinlerdin.

 

 

MACNEAL’IN HALAT TERSANESİ

Bu binada gemi donanımı için halatlar yapılıyordu. Lütfen dene ve uyanık ol. Bu zamanki gemiler şaşırtıcı miktarda ipe ihtiyaç duyuyorlar – her biri için 20 mile kadar malzeme gerekiyor, gördüğün gibi bu çok fazla, eğer bir halat manyağıysan tabii.

Ahem.

Bu seni uyandırır. Buranın bu kadar tanınmış olmasının asıl sebebi halatlar değil (tarihçiler için yani.) 1770 Mart’ında, çalışanlardan birisi oradan geçen bir İngiliz askerine eğer bir iş arıyorsan “gidip benim tuvaletimi temizleyebilirsin” diye sormuş. Asker çok gücenmiş buna ve kavga etmeye başlamışlar. Sonra oradan ayrılmış, ve bir kaç arkadaşıyla beraber geri gelip tam bir kavgaya başlamışlar. Buda askerler ve halat işçileri arasındaki sürekli kavganın başlangıcı olan olay işte – Boston Katliam’ının önemli sebeplerinden biri.

İngilizler ve Boston’lular arasında ilişki o sıralar… biraz gergindi, öyle denilebilir en azından. Tarih eğer o işçi kendi tuvaletini temizleseydi ne olacağını söylemez, ama bu da zaten pek mümkün olmayan birşey.

 

MESİH KİLİSESİ

Bugün burası “Eski Kuzey Kilisesi” olarak biliniyor, çünkü Boston Kuzeyinin Sonuna kadar en eski kilise burası, ancak 1776 yılına kadar resmi adıyla bilinecekti, Mesih Kilisesi,eski ünlü marangoz İsa Mesih’ten alınmış adıyla.

Paul Revere’nin gece yolculuğunun geçtiği yer burasıdır, iki sinyal feneri karşı kıyıda isyancıları İngiliz Nizamilerinin silahlarına el koymak için yol üstünde olduğunu söylemek için belirdiği yer. Sinyal Paul Revere’nin fikriydi, ancak sanılanın aksine fenerlerin sinyali Revere’ye hitap etmiyordu. Revere’nin esir alınması durumunda karşı kıyıdaki gözcüleri uyarmak için gönderilen bir sinyaldi.

Bu kilise sinyal ateşi için doğal bir seçenekti: Boston’daki en yüksek çan kulesi buradaydı ve kolaylıkla nehrin karşı tarafından görülebiliyordu. Ve dahası, kilise bir Anglikan kilisesiydi – cemaat tamamen varlıklı Kraliyet Yanlıları’ndan oluşuyordu. Kim bir mezarcının (Robert Newman, Revere’nin bir arkadaşı) gece vakti kiliseye sinsice girip gizli bir mesaj göndereceğinden şüphelenirki?

Evet evet tamam, İngilizler tabii ki de. Bir kaç gün sonra Newman’ı yakalayıp sorguya çektiler. O da onlara müthiş bir gösteri sundu, ve onları kendinin bir masum olduğuna ikna etti – hemen sonra da kasabadan kaçtı, bu da ‘masum’ tanımını pek destekler gibi görünmüyor.

 

MOULTON’S HILL

Charlestown yarımadasının en alçak tepesidir, 10 metre yüksekliğindedir, bazen Moulton Hill(Moulton Tepesi) yerine Moulton’s Point(Moulton Noktası) da tercih edilmektedir.

Buker Hill Muharrebesi esnasında General Howe’un birliklerini konuşlandırdığı yer burasıydı. Boston aslında yarımadanın tam ters yakasında kalıyordu, ancak Howe İsyancıları sol taraflarından vurmak için uzun yolu seçti. Uzun yolu seçme bahanesi buydu, her neyse, planına da sadık kaldı.

Her nasılsa, Howe vardıklarında bir hata yaptı: Kıtasal birlikleri Bunker Hill’de gördü ve yeni varan destek kuvvetler olduklarını sandı (çoğu kafası karışmış ve alışveriş merkezlerindeki çocuklar gibi amaçsız oradan oraya gidiyordu). Howe durdu ve kendi takviye birliklerini bekledi, ki bu da Kıtasal Orduya savunmalarındaki zayıf noktaları kapatacak zaman tanıdı. O zamana kadar olanlardan daha uzun ve daha çetin bir muharrebe yaşanmıştır.

Aynı zamanda bir Kıtasal Ordu kendi içinde bir kaostaydı o günlerde – bu kendilerini şaşırttığı gibi düşmanlarınıda şaşırtmıştır. Fena taktik değil. Eğer günün birinde, birileri bana saldırmaya kalkarsa, Ben sadece etrafta dolanıp masalar hakkında bağırığ duracağım ta ki karşımdakilerin kafası karışıp rahvana geçene kadar.

 

ÖZGÜRLÜK AĞACI

Pul Kanunu protesto etmek isteyenler ilk defa burada 1765 Ağustosunda buluştular. Kısa bir süre sonra, Ağacın üzerine üstünde “Özgürlük Ağacı” yazan bir plaka çivilendi. Bazıları bu ismin anlamının kalabalığı burada toplanmaktan şiddetle vazgeçirmek anlamına geldiğini söyler, ama bu sanki bu savaşı bir su savaşı olarak adlandırmaya benziyor. Sonunda bir bayrak direği ağaca yüklendi, ve bayrakta buluşmaya gelecek insanlar için uğuldudadı.

Ağacın dallarındaki sevilmeyen figürler ağaçtan sökülüp atıldı. Aynı zamanda Özgürlüğün Oğlu’da sözde suçlar için bir “Çağrı” olarak kullanıldı (yani sevilmeyen İngiliz kararnameleri gibi, Pul Kanunu Çay Kanunu gibi).

Fikir başka yerlerde de benimsenmeye başlandı – diğer kasabalar da kendi özgürlük ağaçlarını belirlemeye başladılar, ya da özgürlük direklerini yerleştirdiler. New York’ta ise hala Özgürlüğün Oğulları ile – direkleri dikmeye devam edenler – ve İngiliz Yetkilileri – sürekli onları alaşağı etmeye çalışanlar – arasındaki savaş sürüyordu, tuvaletin alt katta mı yoksa üst katta mı olmasına karar veremeyen kızgın çiftler gibi.

İngilizlerin İsyancıların sevdiği her şeyi yok etme arzusu taşıdıkları doğrudur, çünkü askerler ve Kraliyet Yanlıları bu ağacı 1775’teki kuşatma sırasında kestiler. Yine yakacak odun olarak kullanıldı, kısa bir süreliğine. Boston’nun Modern Günleri’nde ağacın eski yerinde bir plaka bulunmakta, ama ağacın yerine yeni bir tanesi hiç konulmadı. Çevresel sürdürülebilirlik için tabii ki de.

 

PAUL REVERE’NİN EVİ

Paul Revere burada ailesiyle beraber 1770’ten 1800’lere kadar yaşadı bazı önemli beklentilerle (Lexington ve Concord’da olan İngiliz ilerlemesine karşı kırsal bölgede uyarıldığında ortalarda görünmemek zorunda kaldı.)

1776’daki yakacak odun kıtlığından dolayı, ve Kraliyet Yanlılarının geçmişte onlara meydan okuyan herkesi geri alma ısrarlarıdan dolayı bu ahşep evinde yıkılmış olabileceğini düşünmüş olabilirsin, ama yıkılmadı. Büyük ihtimalle Revere en büyük oğlunu (onun da adı Paul’du) malikâneye bakması için bıraktığından olabilir.

Her halükarda bu bina bugün hala ayakta – Revere’nin soyundan gelen birisi burayı 1905’te satın aldı ve bir müzeye dönüştürdü. Şu anda Boston’daki en eski yapı – aslında Revere onu ilk aldığında bile ev 90 yaşındaydı. Sömürge mimarisi görünüşte senin ortalama McMansion’nundan daha üstün.

 

ÜZÜM SALKIMI

Burası Özgürlüğün Oğulları’yla bulaşabileceğin yerlerden biri. Bu meyhanenin en önemli cazibesi de herhalde içinde İngiliz karşıtı bir çok kitap barındıran bir kütüphanenin olmasıdır. Ya da belki Boston’daki en iyi boks kulubü ününün olmasıdır. Olmadı eski hükümet konağının hemen altındaki sokakta olduğundan da olabilir, parlamentonun toplandığı yer. (ve Boston katliamının gerçekleştiği yer). Ya da belki Dart oyunu geceleri düzenlediklerindendir.

Vatanseverlerin bir meyhanede buluşup kendileri hakkındaki tüm gerçekleri ima etmek için toplandıklarından, şu noktaya da dikkat çekmek istiyorum ki meyhaneler en az içilebilecek kadar en iyi iş yapılabilecek de bir yer, ve alkol de tüm hastalıkların (daha fazla ya da daha az) ilacı olarak görüldü. (Esprinin nerede olduğunu mu arıyorsun hala, ama bu söylediklerim doğru, espri değil. Bunlar kendileri için ölebileceğim doktor tavsiyeleri.)

 

YENİ GÜNEY TOPLANTI EVİ

Başka bir ahşap kilise, bu seferki içinde çan olan bir çan kulesiyle. Samuel Adam’ın babası (Onun da adı Samuel Adam’dı) kuru üyelerden birisiydi. Kuşatma sırasında yıkılmadığına hiç şaşırmadım, ama sanırım üyeler bunun için yeterince İngilizlere kızmadılar.

Kolaylıkla adlandırılabileceği için Eski Kuzey Toplantı Eviyle karıştırmazsın, bütün önemli olayların olduğu yerle. Basitçe en iyisi.

(Adlandırma sistemini tarif ediyorum – seni değil.)

 

 

 

 

YEŞİL EJDERHA MEYHANESİ

Bu meyhane bazen “Devrimin Merkezi” olarakta adlandırılırdı, gerçi yine de ben ne zaman böyle söylediklerini düşünsem “Dervimiinn Merzekiii” olarak telaffuz ettikleri geliyor aklıma, çünkü bir hükümeti meyhanede devirmeye kalkmak boş bir hayal.

Burası Paul Revere ve Samuel Adams için arkadaşlarıyla oturup kumpas kurmak için çok ideal bir yerdi.

1754 tarihine kadar, sonra meyhane William Douglass tarafından satın alındı. O öldüğündeyse tüm varlığını kızına bıraktı, Catherine Kerr, ve yeğeni, Cornelius Douglass. Kalan mirası eşit olarak bölüştürdüler – ve görünen o ki baya baya iyi anlaşmışlar.

1776’da Masonlar meyhaneyi satın aldılar ve ismini de “Masonların Cephanesi” olarak değiştirdiler, bu aslında kimseyi o kadar rahatsız etmedi çünkü kapının üstündeki işaret hala yeşil bir ejdarhaydı. (Masonlar: herkesin bildiği gizli bir topluluk. “Hadi gidip beraber oturabileceğimiz bir meyhane alalım ve tüm sırlarımızı orada konuşalım ve kimse de bunu bilmesin!” – “Mükemmel! Ona ne isim verelim?” – “Masonların Cephanesi’ne ne dersiniz?”)

Efsaneye göre Paul Revere’nin yolculuğu burada planlandı, ama pek mümkün olmayan bir söylem. Çünkü 1774 yılıyla beraber Revere İngilizlerin onun toplantılarını dinlediği konusunda uyarıldı, bu nedenle de Revere de artık o Süper Gizli Planlarını herkese açık ve onların herkesin duyabileceği bir yerde yapmayı bıraktı.

Birileri Masonlara söylesin bunu. Onları nerede bulabileceğini biliyorsun.

 

DİĞER

 

BARUT CEPHANELİĞİ

Bu yapılar barut saklamaz için kullanulırdı, ki bu da koloniler Amerika’sında bir gereklilikti ve etrafta bulunması oldukça tehlikleliydi. Bu kapınızın önünde bulunmasını isteyeceğiniz bir şey değildir. Dökülen barut, hasarlı variller, yapıların yanlış havalandırılması… bunlardan her hangi biri risklidir ve rastgele kıvılcımlar havadaki ya da yerdeki barutu tutuşturabilir.

Cephaneliklerde çalışan insanlar ceplerine kaçmış olabilecek parçacılar hakkında uyarılır ya da bu muhtemel riskten korunmak için cepsiz kıyafetler yaparlardı. Ayakkabıları çivisiz yapılmalıydı ya da kıvılcımları önlemek için ‘cephanelik terlikleri’ kullanırlardı. Cephaneliklerde kullanılan tüm aletler odun ya da bakırdan yapılırdı.

Barut cephanelikleri genellikle yalıtılmış alanlara kurulurdu (tıpkı Bostun Meydanı’nda olduğu gibi). Tabiki, eğer el altında baruta ihtiyaç duyan bir kalede iseniz, yapılarda olası bir yangında ateşin dışarı yayılmasındansa üzerine yıkılıp onu boğacak şekilde tasarlanırdı.

Muhtemelen bunu söylemeye lüzum yoktur yinede söyleyeyim, bu tür alanlarda sigara içmekte izin verilmeyen bir durumdur.

 

CEPTEKİ SEMTLER

Amerikan Devrimi’ni tetikleyen durumlardan biri de kolonilerin bir temsilcisin, yani İngiliz Parlamentosu’nda sözünün bulunmamasıydı.

Hepsini geçtim, Birleşik Krallık’ta kimsenin yaşamadığı yerlerin BİLE Parlamento’da temsilcisi vardı. Bu da arazi sahiplerinin, hükümette istedikleri görevlere istedikleri kişileri getirebileceği anlamına geliyordu. Bu bölgeler genelde “Cepteki Semtler” (zira arazi sahibinin cebindeydiler) ya da “Çürük Semtler” (hadi bakalım tahmin edin niye) olarak biliniyordu.

Bu durumun en büyük örneklerinden biri, hiç seçmeni bulunmayan fakat Parlamento’da iki koltuğu olan Old Sarum’du. Tek örneği bu da değil. Cepteki semtlerin sayısı o kadar fazlaydı ki 1761 yılı tahminlerine göre 558 parlamenter semtten 250’si bu duruma tabiydi ve problem on dokuzuncu yüzyıla kadar adam akıllı çözülememişti.

Yani Kolonililer, İngiliz Hükümeti’nin adam olmayacağını söylerken bir bildikleri vardı.

 

INDEPENDENCE HALL

Bu yapı 1930’lar ve 1950’ler arasında Pennsylvania Eyalet Binası olarak yapıldı. Mimarisi George dönemine aittir ki dönem itibariyle bu oldukça popüler idi, bu da aslında İngiliz evlerinin birbirinin aynı bir görüntüde olmasını sağladı o günlerde – ‘George dönemi’ tabiki Kral George’dan dolayı ortaya çıkmıştır.

Bazı çok önemli Amerikan Devrim belgeleri bu binadan çıkmıştır. Bağımsızlık Bildirgesi burada önce görüşülüğ sonra da imzalanmıştır. Amerikan Anayasası da burada taslak halini almıştır. Eğere bu da yeterli gelmezse, Kuledeki Özgürlük Çanı insanları toplantılara çağırmıştır. (Tamir edilemeyecek kadar kötü çatlamadan önce tabiki ve gerçekten Özgür Çanı olarak bilindiği zamanlardan önce ayrıca, ama bunları karıştırıp güzel bir hikaye çıkmasını engellemeyelim biz).

1820’lerde bina İndependence Hall(Bağımsızlık binası) olarak bilinmeye başladı – sonuç olarak Marquis de Lafayette Birleşik devletlere bir geri dönüş yolculuğuna çıktı. Lafayette devrimin 50.yıl dönümü kutlamaları sırasında ziyarette bulundu – ve yeni nesile neler olduğunu ve nerede olduğunu hatırlattı. İşe yaradı – yeni bir duygu dolu tarih oluşturdu ve ‘Bağımsızlık’, ‘Özgürlük’, ‘Hürriyet’ ve ‘Washington’ gibi bazı kelimelerin tarihe yapışmasını sağladı.

 

KRALİYET TİYATROSU

Belki burayı “Covent Bahçesi” (önceki adı) yada “Kraliyet Opera Evi” (daha sonraki adı) olarak duşmuş olabilirsin. Herneyse burası orijinal Kraliyet Tiyatrosu- 1732’de açılani 1808’de yangın sonucu yok olan. Daha sonra yenilendi – ardından tekrar yangın sonucu 1857’de tahrip oldu – ve ardından 1990larda tamamen yenilendi. Bu sefer duman algılayıcıları koydular.

Orijinal tiyatroda bir çok gösteri vardı, bazıları bale, opera, hatta cambazlık. Handel’in birçok operası ilk burada sahne aldı, taki 1759’daki ölümüne kadar fakat Handel ölümünden önce gizemli bir şekilde opera yazmayı bırakmıştı. Ama bina ilk yüz yılında ana olarak oyunlar için kullanıldı. Neden mi? Buranın Londra’da drama sahnelemek için Kral II. Charles tarafından verilmiş özel hakları vardı. Evet krallar bunu yapabiliyordu. Ama neden yaptıklarını bilmiyorum.

 

MATBAA

Baskıcılı aslen Amerikaya dini yazıtların baskısını yapmak amacı ile getirilmiştir, ancak Devrim Savaşı zamanında aynı zamanda gazeteler,broşürler ve ilanlar basmak içinde kullanılmıştır. Bunu koloninin interneti olarakta düşünebilirsiniz, adsl çıkmadan önceki yıllardaki hızıyla tabiki. Sözlü bilgilere nazaran, gazete makaleleri olaylara ilgili haberleri koloniden koloniye hızlıca ve bilgi kaybı olmaksızın yayabilirdi.

Ancak bu tarafsız olmadığı anlamına gelmiyordu – hatta tarafsızlıktan uzaktı. Presler daha cok propaganda basmak için kullanılıyordu. Her gazete kendi taraflı bakış açısına sahipti. Çok şükür günümüz basını böyle taraflı değil, değil di mi? Her neyse, Boston Katliam’ını oluşturanların bir kısmı Paul Revere’in gravür yeniden baskısında göründü – bu da gösterdi ki organize olmuş İngiliz askerleri masum kalabalıkları hiç beklemedikleri yerlerinden ağır ateş altına almıştı. Bu kan dondurucu manzara çileden çıkmış insanları İngiliz’lere karşı nefretle doldurdu. Bu tamamen uydurmaydı tabiki, ama ne önemi var ki? Oradaki halk manipüle edilmişti.

Aslında bu yerleri kendi propagandanı bastırmak için kullanabilirdin diye düşünüyorum. Askerler fazla düşmanca davranmaya başlarsa, senin Halkın Kahramanı olduğunu ufacık hatırlatmak fayda sağlayabilir.

 

PAZARLAR

Kolonilerde bir çok açık pazar vardır, bu da demek oluyor ki kendine kolaylıkla malzeme sağlayabilirsin. Tabiki dövizler karman çorman olduğundan mallar karşılığında ödeme yapmak ayrı bir mesele oldu ki sorma. İnsalar ödemeyi İngiliz,İspanyol,Fransız ve Portekiz parasıyla, vampumlarla, New Jersey ve New York tahvilleriyle, sihirli fasulyelerle, çamaşır makinesi jetonlarıyla yapıyordu… bu liste böyle uzar gider. Senin için tüm bu şeyleri basitleştirdik Animus’ta. (Teşekküre gerek yok bu arada)

Bazı dükkanlar çeşitli mallar satarken – mesela Faneuil Hall — diğerleri daha mallarını daha özele indirgediler. New York’taki Coenties Slip çoğunlukla balık pazarıdır, (gerçi çoğu pazar herşeyden biraz satar), zenci köleler için pazardaysan gitmen gereken yer Beak Slip’dir.

Evet,kölelikte serbest bu arada, tabi New York’ta daha yaygın Boston’a göre, ki o da kuzeydeki en büyük köle nüfusuna sahiptir. Eğer satılık Avrupalı hizmetçiler ya da – Yeni Dünya’ya yolculuğunu ödemek için belirli bir kaç yıllığına satılan – daha iyi köleler görürsen şaşırma.

 

TİCARET MERKEZLERİ

Ticaret merkezleri esasen Kuzey Amerikan yabanında kurulmuş yaygın dükkanlardı. Müşteriler, -genel olarak kaşifler ve yerel halkın mensupları- silahlar, baltalar ve kap kacak gibi işe yarar malzemeler için takas yaparlardı. Ödeme genelde tekrar Avrupa’ya gönderilen kürkler ile yapılıyordu. Kürk ticareti o sıra çok karlıydı ve ayrıca daha fazla ve iyi kalitede postlar bulabilmeyi umut eden kaşiflerin sürekli olarak yabana taşınma nedenlerinden biriydi. Davy Crockett’in yalnızca bir şaphasının olmasının bir sebebi vardı.

Ticaret merkezlerinin çoğu özel mülktü ancak siyasi gündem üzerinde de büyük etkileri vardı. Mesela, Devrimci Savaş sona erdikten sonra, İngiliz hükümeti Birleşik Devletler ile anlaşma imzalamamaları için yerli halkı ticaret merkezleri ile teşvik etti.

Birleşik Devletler hükümeti 1796’da “Fabrika” sistemi diye adlandırdıkları bir şey kurarak kürk ticaretini kolonilerin elinden aldı. Amaç, özel tacirlerin yerel halktan yararlanmasını durdurarak fiyatları düzenlemekti. Ancak ne yazık ki yeni sistemde yerel halkın liderleri ticaret merkezlerine erişebilmek için büyük miktarda toprak satmaya zorlanıyordu. Özel tacirler, hükümet tacirlerine dönüştü. Neyse ki bu tarih boyu bir daha yaşanmadı. Bu sebeple işe yaramayan fabrika sistemi 1822’de kaldırıldı.

 

DONANMA

 

ATLANTİK OKYANUSU

Elbette şimdilerde Atlantik’i geçmek bir uçak yolculuğu kadar kolay, ancak bu koloniler zamanında çok daha zordu – aslında verilen azıcık yiyecek, kısıtlı şartlar ve saatler boyunca şişman bir adamın yanında oturuyor olmanın aşağı yukarı aynı zorlukta olduğunu düşünüyorum.

Avrupalı yolcular için bu en iyi ihtimalle altı hafta süren bir yolculuktu – gecikmelere bağlı olarak aylar sürebiliyordu. Tehlikeler, aşırı fırtına, rüzgârsızlıktan dolayı yol alamama, deniz tutması, yiyeceğin tükenmesi ve yapacak hiçbir şey olmadığı için sıkıntıdan ölmek gibi şeylerdi.

Köle olarak alınan Afrikalılar için Atlantik yolculuğu çok daha kötüydü – yolculuk genelde “orta geçit”ten Karayip’e oluyordu. Yolculuk uzundu, köleler güvertenin altında ayaklarında prangalarla tutuluyor ve temiz hava almalarına çok nadir izin veriliyordu. Günde yalnıca bir öğün yemek veriliyordu – erzak azalırsa çok daha az. Hastalıklar yaygındı ve ölüm oranı çok yüksekti.

Bir daha asla havaalanı güvenlikleri tarafından uygunsuz bir şekilde dokunulduğum zaman şikâyet etmeyeceğim. Adil olmak adına, şimdilerde iyi arkadaşlar olduk ve Juan daha nazik davranıyordu.

 

CHESAPEAKE BAY

Chesapeake Koyu Virginia ve Maryland sahili boyunca yayılır. Birleşik Devletler’deki en büyük koylardan biridir – 300 kilometreden uzun ve en az 40 kilometre genişliğinde – ve Kuzey Amerika’daki ilk İngiliz kalıcı yerleşkesinin bulunduğu yerdir – Jamestown, 1607’te kurulmuştur.

Her gün saat 16:07 bir bardak çayımı yudumlarken bunu düşünürüm.

Aynı zamanda Devrim Savaşı’nın en önemli deniz muharrebelerinden biri olan Chesapeake Muharrebesi’nin yapıldığı yerde burasıdır.

 

 

 

 

EDINBURGH KALESİ, JAMAICA

İskoçya’daki ünlü Edinburgh Kalesi ile karıştırılmamalıdır – bu “Edinburgh Kalesi” daha çok taştan bir malikane gibi. Yapının -düşmanları ya da, eğer sahibi sizseniz geçerken uğrayan ziyaretçileri vurmak için elverişli olan- iki silindir şeklinde kulesiyle birlikte kalemsi bir görünümü vardı.

Lewis Hutchinson 1768’de buradaki araziyi satın alan İskoçya’lı bir doktordu. 1770’de, “Deli Usta” ve “Deli Doktor” lakaplarını edindi. Bak bakalım bu iki lakap arasındaki bağlantı ne görebiliyor musun. Ellerinden gelseydi yerlilerden kimse Edinburgh Kalesi’ne gitmezdi. Ancak bölgedeki ana yol malikanenin tam da sağından geçiyor, bu nedenle de çoğu yolcu Hutchinson’ın yolundan yürüyerek geçmek zorunda kalıyordu.

Hutchinson kurbanlarını iki kuleden birinden vurur, değerli eşyalarını ve kölelerini alır ve ceseti bir obruğa atardı. Eğer birisi ondan konaklamak için misafirperverlik beklese, onları içeri alırdı… ve bir daha asla ayrılamazlardı.

Hutchinson 1773’te cinayetten tutuklandı ve akabinde de asıldı. Kimse kalede kaldığı 5 yıl boyunca kaç kişiyi öldürdüğünü bilmiyor, ancak idamından sonra, içerde 43 tane saat bulundu.

Bence, en azından 43 tane…

 

KARAYİP DENİZİ

Karayip Denizi’nin bir yanında Orta ve Güney Amerika sahilleri, diğer yanındaysa Batı Hind Adaları bulunuyor. “Caribbean” ismi Columbus 1492’de onları keşfettiğinde oradaki adalarda yaşayan yerlilerin adı olan “Carib” den geliyor.

Koloniler zamanında, Avrupalılar o dönem çok kazanç sağlayan şeker ve kahve çekirdeği gibi ürünleri adalardan temin ediyorlardı. Belki de adanın ismindeki “çekirdek” kısmı burdan geliyordur. Aslında, Karayip’teki ticaretin bu derece önemli olması Kıta Ordusu’nun bir donanmaya ihtiyaç duymasının en önemli sebeplerinden biriydi – zira oradaki ticareti engelleyerek Devrimci Savaş’ın İngilizler’e daha çok zarar vermesini amaçlıyorlardı.

 

MEŞE ADASI

Meşe Adası Kanada’nın doğu kıyısındaki Mahone Koyu’nda yer alıyor. Ada yerel korsanların efsanelerinde dikkat çekici bir yere sahipti – görünen o ki Kidd’in buraya gömdüğü gizli hazine, istediği gibi gizli kalmadı ki aslında isminden de anlaşılacağı üzere gerçekten de gizliydi.

Hazine avları ilk olarak 1795’te başladı, yerli bir genç yanık halatlarla kaplı bir ağacı ve yakınında olan yerdeki bir girintiyi fark etti, ki bu onun için buraya bir şeyin gömülü olduğunu düşünmesi için yeterliydi. O ve bazı arkadaşları kazmaya başlaıdılar ancak kısa süre sonra altından bu şekilde kalkamayacakları için daha iyi aletlerle geri geldiler. Daha sonraki kazılar 1803, 1861, 1866, 1893, 1909 ve 1931’de yapıldı… Ancak senin de anladığın üzere, hiçbir şey bulunamadı. Altı kişi, bu hazineyi araken öldü.

Yıllar sonra, “Para Çukuru” hakkındaki teoriler iyice canlandı: aslında bu bir obruktan başka bir şey değildi; hazine bir çukurun içine konulmuştu – William Kidd, Mssonlar ya da Tapınakçılar tarafından.

Benim favorimse şu – Francis Bacon çukuru William Shakespear’in eserlerini yazdığını kanıtlayan orjinal metinleri saklamak için kullanmıştı. Bu doğru olmadığı için neredeyse üzüleceğim.

Yoksa doğru mu…?

Hayır. Değil.

 

OCTAVIUS

Aslında bu gemi, bütün tarihçilerin tamamen saçmalık olduğunu söylediği bir hayalet hikâyesinin merkeziydi. Diğer tüm hayalet hikâyelerinin aksine. Ve, işte başlıyoruz.

Efsaneye göre Octavius daha önce Kaptan William Kidd’e serdümenlik yapmış olan Hendric van der Huel tarafından idare ediliyordu. 1761’de gemi İngiltere’den ayrılarak Asya’ya doğru yola çıktı. Kaptan ve mürettebatı Boynuz Burnu yakınlarında tehlikeli bir yolculuk atlattı ve bir yıl sonra tamamen dolu olarak Avrupa’ya geri dönmeye hazırdı.

Kimse van der Huel’un neden Kuzeybatı Geçiti’nden geçerek geri dönmeyi seçtiğini bilmiyor. O sıralar daha Kuzey’de bir deniz rotası bile bulunmamıştı – bu karar intihardan başka bir şey değildi. Geminin seyir halinde kaybolması şaşırtmadı – büyük olasılıkla battı, ya da buza saplandı.

İşte bundan sonra işler ilginçleşmeye başladı. 1770lerde bir gün, balina avı yapan bir geminin mürettebatı, Octavius’u Greenland sahilinden geçerken buldu. Tüm mürettebat donarak ölmüştü -1762 tarihini attığı seyir defterine bir şeyler yazarken donan kaptan da dahil. Demek ki Octavius’un tüm mürettebatı öldü ve ilerleyen yıllarda gemi kendi kendine Kuzeybatı Geçidi’nden geçti.

Evet, kesinlikle hayaletlerin işi olmalı.

 

ÖLÜ SANDIK ADASI

İlk buluşma için uygun bir mekân değil.

Ölü Sandık adası İngiliz Virgin Adalarının bir parçası, tabi Plüton ne kadar gezegense bu da o kadar ada, aslında daha çok büyük bir kaya parçası.

Gelgelelim buranın ilginç bir isme ve de ilginç bir hikâyeye sahip olduğunu inkâr edemem. Efsaneye göre, Edward Teach -karasakal olarak tanınır- adayı ziyaret etti ve mürettebatındaki adamlardan 15 tanesini cezalandırmak için burada bıraktı. Her birinde bir şişe rum ve bir de pala vardı -ve Karasakal geri döndüğünde adamların çoğu ölmüştü. Belki de rum kötüydü.

Robert Louis Stevenson hikâye hakkında bir şarkı yazdı – belki duymuşsundur – “Yo ho ho ve bir şişe rum/ 15 adam Ölü Adam’ın Sandığında”. Tabi Stevenson “Ölü Adam’ın Sandığı” yazdı ancak adanın ismi “Ölü Sandık”dı ve bunu şiirin ritmine uydurmak için yaptı, ama sanırım aradaki bağlantı gayet açık.

 

WOLCOTT KALESİ

Wolcott Kalesi Rhode Island, Newpot’un yakınlardaki şehri korumak için inşa edildi. Kale Newport limanında “Keçi Adası” olarak bilinen bir adaya kuruldu.

Keçi Adası adında bir yerde yaşamak isteyecek hiç kimseyi tanımıyorum.

Tanıdığım bir keçi hariç.

Kale aslen İspanyollar tarafından 1700lerin başında inşa edilmişti. 1730larda ise İngilizler tarafından genişletildi ve ismi George Kalesi olarak değiştirildi (tabi ki Kral II. George’un adı verildi). Kale Rhode Island sakinleri tarafından 1760larda iki kez kuşatıldı ve limandaki İngiliz gemilerine buradan ateş açıldı. Devrimci Savaş sırasında çıkan isyan esnasında isyancılar kaleyi Özgürlük Kalesi olarak adlandırdılar. Kale İngilizler tarafından 1776 Kasım ayında yeniden ele geçirildi ve Özgürlük Kalesi ismi uygun bulunmayarak tekrar George Kalesi olarak değiştirildi.

Kalenin ismi 1784’e kadar bu şekilde kaldı ancak daha sonra işgal kuvvetleri tarafından Washington Kalesi olarak değiştirildi. Daha sonra ise Oliver Wolcott’un ismini alarak Wolcott Kalesi olarak adlandırıldı.

Ne düşündüğünü biliyorum, ve haklısın da: bu kale lisedeki bir müzik grubundan bile fazla isim değiştirdi.

 

NEW YORK

 

BOWLING GREEN

Burası New York’un parkıdır, 1773’te yerel toprak sahipleri tarafından çevrede yaşayan insanların yürüyüş yapıp şehrin gürültüsünden uzak kalabilmeleri için açıldı.

Sessiz bir park demişken, 1770’te yetkililerin Stamp Hareketinin yürürlükten kaldırılışını kutlamak için diktikleri III.Kral George heykelinden başka söz edecek bir yanı yok gerçekten. 1771’de parkın etrafı demir çitler ile çevirildi – muhtemel sebebi de heykeli tahrip etmeye yönelik hoş olmayacak davranışları önlemek olabilir.

1776’da isyancılar parka baskın yaptı,heykeli yıktı ve parçalara ayırdı. Saldırının sebebi mi? Çünkü ilk kez Bağımsızlık Bildirgesinin halka açık okunuşunu duymuşlardı. Daha sonradan çoğu heykel eritilip Kıta ordusu için mermi toplarına dönüştürüldü – Özgürlük Ağacının yıkılıp yakacak oduna dönüştürülmesinin isyancı versiyonu diyebiliriz.

Bowling Green günümüzde hala yerinde durmakta ve bir başka heykele ev sahipliği yapmaktadır: Wall Street’in “Charging Bull”u çitlerin hemen dışında dikilidir. Farklı zamanlar, farklı ikonlar.

 

BRIDEWELL HAPİSHANESİ

1773’TE New Gaol’un mhakum sayısı aşırı artış gösterince şehir yeni bir hapishane yapımı için kolları sıvadı. Bridewell’in yapımına 1773’te başlandı. 1775’te tamamlandı ancak çok fazla kullanılamadan savaş patlak verdi ve İngilizler hapishaneyi Amerikan POW(savaş esiri)larıyla doldurdular.

Hapishane koşulları rezaletti. Hilton Otelini hayal et, daha sonrada ellerinden tüm bütçelerini aldığını. Çok az yemek vardı ki olanların çoğuda berbattı. Pencere yoktu – sadece duvarlar arasında parmaklıklar vardı. Bir mahkum bunu yazana dek geçen 3 kış gördükleri tek ateş sokaktaki fenere aitti. Küresel ısınmadan 250 yıl öncesinden bahsediyorum burada, umarım ne kadar soğuk olduğunu anlayabilmişsindir.

Savaş bittiğinde bina tekrar eskiden olduğu gibi kullanıma döndü – yerel suçlulara ve borçlulara ev sahipliği yaptı. Yeni hükümetin pencereler yapıp yiyecek içecek sağlamaya özen gösterdiğini ummaya çalışıyorum.

Bina 1838’de yıkıldı ve ‘The Tombs(Mezarlar)’ gibi sevimli bir takma adına sahip yeni bir hapisane yapılması için taşları kullanıldı – ki ismi kadar göz alıcı bir yer değildi. Şimdilerde bütün Manhattan kodeslerine bu ad veriliyor.

 

BROAD STREET

Broad St. ile Broadway’i karıştırmamak gerek, ikisi arka arkaya olduğundan ötürü karıştırman çok doğal olurdu. Broad Canal’dan sonra adlandırılan bu sokak şehrin merkezine gitmek için kullanılmıştır.

Kanal, Doğu Nehrinin bir koyuydu ve tarihte geçmek için kano kullanıldığı bilinmektedir. 17.yüzyılın sonlarında nasılsa sular engelli bir hal aldı – ve kullanıma uygun hali bozuldu. Yanısıra kurulmuş olan evler ve yerel satıcılar tarafından çöplük ve kanalizasyon niyetine kullanılan kanalın bu hale gelmesine şaşmamalı. İngilizler New York’u 1674’te geri aldıklarında şehirde bir çok geliştirme yaptılar, bunlardan biride o anda kokuşmuş olan kanalı doldurmak ve üzerine kaldırımdan cadde örmekti. Tüm o İngilizler için daha sonra bana teşekkür edebilirsin.

Şimdilerde Broad Street Finansal Bölge’nin ortalarında bulunmakta ve çoğunlukla bankalar ile New York Mal Alışverişi’nden tanıyabileceğin bir takım manaralar ile kaplı..

 

BROADWAY

Bu cadde New York Şehrinin en eskilerinden biridir, tabi en eskisi değilse, orjinali taa New Amsterdam olduğu günlere dayanır. Wickquasgeck patikası olarak yerli halk tarafından Manhattan adasını geçmek için kullanımıyla başladı. Almanlar tarafından “BreedeWeg(Geniş Yol)” diye adlandırılarak bir caddeye dönüştü – o “BreedeWeg” işte gide gele gide gele “Broad Way” olmuş ne hikmetse.

Modern New York’ta cadde Yeşil Bowling’ten başlar, tüm Manhattan adası boyunca uzanır ve Finans Mahallesi ile Times Meydanı ve Columbia Üniversitesin’de son bulur.

Tabi senin ziyaret ettiğin dönemlerde Broadway şehir meydanında bitiyor orası ayrı. Cadde hakkındaki en ünlü şeyse – Tiyatro Mahallesi – hala el değmemiştir, yani orada kurşunlardan ziyade şovlara denk gelmen olası.

Bazı durumlarda bu daha tercih edilebilir bir şey sanırım.

 

GEORGE KALESİ

Bu kale bir çok isim değişikliğine maruz kaldı. Bu 1625’te Amsterdam Kalesi ile başladı – New Amsterdam’ın orjinal Hollanda yerleşimini koruyarak. O zamandan beri James Kalesi ve William Kalesi olarak bilindi ta ki cinsiyet değiştirip Anne Kalesi olarak adlandırılana kadar ve en son 18.yüzyılda yine cinsiyet değiştirip(bir kırıklık var bu kalede) George Kalesi adını aldı.

Devrim Savaşı ile George kalesi yıkıldı (tahmin etmekle birlikte kesin olmayarak sebebi kaleye verilen son ismin Kral’ın onuruna konmuş olması).

Anne Kalesi olarak kalmalıydı bence. Herkes Anne’i severki.

 

 

HMS JERSEY

İngilizler Devrim Savaşı zamanında bir çok mahkumu esir olarak aldılar ve onlarda konuldukları yerden çabucak kaçtılar. New York’taki hapishaneler (Bridewell gibi) ağzına kadar doluydu ve İngilizler’de şeker evlerini ve yarı-isyancı kiliseleri kullanmaya başladı.

Limanda görevden alınmış savaş gemileride esir tutmak için kullanılmaya başlandı, çoğu kişi tarafından HMS Jersey olarak bilinmektedir. Jersey ‘Cehennem’ takma adına sahipti – kazandı da denebilir – . Sebebini tahmin edip edemeyeceğini merak ediyorum. Aşağı güverte (mahkumların tutulduğu yer) çok kalabalıktı – bin mahkum beraber ışıksız, sağlıksız ya da havasız yaşamaya çalışıyordu.

Her gün düzinelerce mahkumun öldüğü herkesçe bilinir – çiçel hastalığı, sarılık, açlık ve gardiyanların işkenceleri gibi sebeplerle. Yiyecekleri tarif etmekle uğraşmayacağım bile: umm, pekala, bir deneyeyim… “yenilemez” ve “kurtlanmış”. Sanırım gerisini getiremeyeceğim.

İngilizler isyancıların hain ve daha iyisini hak etmeyen kişiler olduğunu düşünüyordu.

O gemilerin güvertesinde en azından 11000 kişi hayatını kaybetti – savaşın bir araya getirdiklerinden daha fazla. İngilizler New York’u terk ettikten sona, Birleşik devletler donanması limanın kenarında çamurlar içinde devasa bir mezarlık buldu. Oradan kalanlar Brooklyn’deki anıtın altına gömüldü, bir zamanlar Putnam Kalesi olarak kullanılan yere.

 

KENT MEYDANI

Bu yapı New York’un Kent Meydanı olarak 1702 de hizmet vermeye başladı. Aynı zamanda New Goal 1759’da açılana dek şehrin hapishanesi olarakta hizmet vermiştir.

New York’un tarihinde Kraliyet yanlılarına kin gütme meyilinin yanı sıra, yapının geçmişindede isyancı-destekçiliğinin kesin bir görüntüsü vardır. 9 koloniden delegeler burada toplanmış ve Stamp Hareketine karşı eylemleri koordine etmişlerdir. Bu da İlgiliz-enstütüsü meclisinden temsilciler İngiliz Parlementosuna karşı olduğu anlamına geliyor – o zamana göre devasa bir adım.

1789’da Anayasa onaylandıktan sonra kongre burada toplanmaya başladı ve yapı “Federal Hall(Federal Bina)” olarak yeniden adlandırıldı. 30 Nisan 1789’da George Washington balkonda yapılan bir törenle başkan olarak göreve başladı. Oops, pardon – spoiler alarmı. Evet, Washington savaşı kazanıyor ve Amerikan Başkanı oluyor. Sonunda peşinden koştuğunu elde ediyor.

Yapı 1788 genişletilsede 1812 de yıkıldı. İsmine rağmen modern dünyada New York’ta ki “Federal Bina Ulusal Anıtı” hiç bir zaman gerçekten Federal Bina olmamıştır.

 

KING’S KOLEJİ

King’s Koleji ilk olarak 1754’te Trinity Okulu’nun ilk katında açıldı, ancak 1760’ta senin orada gördüğün binaya taşındı.

Bu bina 1776’da çıkan yangından kurtuldu, ancak o yıllarda okul olarak kullanılmıyordu. Kraliyet ordusunun emri ile kapatılmış ve hastaneye çevirilmişti. Savaş bitene kadar da tekrar açılmadı, bittiğinde ise “Columbia Koleji” olarak yeniden adlandırıldı. “King” isminin Amerika’lılar tarafından bir başka çöküş hikayesi her zaman olduğu gibi – tabi burger olanı buna dahil değildir ki insanların tek memnun olduğu halide o.

Kolej 19.yüzyılın ortalarında şehrin göbeğine taşınana dek burada kaldı. Binanın köşetaşı yeni bir yere taşındı, ancak geri kalanı yıkıldı ve ucuz bir kar marjı ile yer altı piyasasında satıldı – ki bu da New York kent çarşısı tarihinin büyük bir kısmıdır.

 

OLD ROYAL EXCHANGE

New York’un ilk kapalı çarşısı. 1675’te tek bir dükkan olarak yapımı başlandı, ancak 1752’de senin o gördüğün bina ile yer değiştirdi. Alt katlar çarşı olarak kullanılırken üst katlarda konser,açık buluşmalar ve balolar için odalar bulunduruyordu.

Balolar dans etmek için. Şimdiki gibi 3-5 liselinin sarhoş olup sapıtması için değil tabiki

Binanın Boston’daki Faneuil Hall ile benzemesi bir kaza değil. O dönem çarşılar için kullanılan ortak bir mimari bu. Kişisel evler çok sayıda insan için yeterince alana sahip olmadığından bu binalar çarşı ile birlikte boş alan imkanıda tanıyordu ki yüksek tabakadaki insanlar bu alanlarda şık partilerini düzenleyebilsinler.

Tabiki bu halka açık odalar halkın her kesiminden insanın kullanabilmesi içindi. Özgürlüğün evlatları kalabalıkları buraya toplayıp İkinci Kıtasal Kongrenin delegelerini seçmişlerdir. (Teknik olarak bu New York Meclisinin işiydi ancak herhangi birini göndermeyi reddetmişlerdi.)

Devrim Savaşı bittikten sonra bu bina Yüksek Mahkemenin ilk yapıldığı yer olmuştur. İlk oturum 2 Şubat 1790’da başlamıştır. Uzun süre burada devam etmedi tabi,1791’de Philadelphia’ya taşındı.

 

SMITH BİRA ŞİRKETİ

Hele şükür. Sonunda bira hakkında konuşabiliriz.

Bu bira fabrikası 1752’de Jonas Smith ve oğlu Elias tarafından kuruldu. 1775’te New York’taki en büyük bira fabrikasıydı. Smith sözde bir sağdıktı, ancak bu şehre konuşlandıklarında Washington’un ordusuna bira tedarik etmesini engellemedi, ya da aynı şekilde onlar ayrılınca gelen İngiliz düzenli ordusuna. Görünüşe göre konu bira olunca sadakat iki ordununda umrunda değil. İşte bu iş anlayışıydı Amerikayı yaratan. Amerikan Rüyası!

 

 

 

ST. PAUL’S ŞAPELİ

Bu şapel 1766’da Trinity Kilisesi’nin Broadway’e doğru hafifçe aşağıya bir ek olarak açıldı. Trinity Kilisesi’nin aksine, St. Paul’s çıkan Büyük Yangından yerel itfiyeler tarafından kurtarıldı. Orjinal yapı bu gün Manhattan’daki en eski kiliselerden biri olarak ayaktadır.

Devrin sırasında, St. Paul’s Kraliyet Yanlıları taraftarı olarak biliniyordu. Piskoposluğa ait, yani Anglikanın alt kolu ki bu da hatırlayacağın üzere ‘İngiltere Kilisesi’… muhtemel hangi tarafta olduklarını tahmin edebilirsin. Kilise hizmetleri genellikle Kral ve Asil ailelere dua etmekti ki bu da hayal edebileceğin üzere 1776’da şehri işgal eden devrimciler için pekte popüler değildi.

Savaş bittikten sonra Kilise ile ilgili politikalara geri dönüldü. Bölge papazı ve bir kısım Kraliyet yanlısı cemaat New York’u terk etti ve kilise daha Vatansever-dostu bir hal aldı. George Washington kendi hizmetine açılış gününe katıldı ve New York’ta bulunduğu süre boyuca da buna devam etti ki muhtemeln bu yüzden kilisenin itibarı Vatansever nüfus arasında iyi bir yol katetti.

 

THE NEW GAOL

“New Gaol(Yeni Hapishane)” 1759’da New York’taki ilk hapishane olarak açıldı – suçlular kent meydanının bodrumunda tutulmadan önce – ya da borçlular, tavan arasında tutulmadan, çünkü benim tüm borçlularımı tuttuğum yer orasıdır.

Binanın yapılış amacı suçu kanıtlanmış suçluları tutmaktı ancak artan yoksulluk sebebiyle çevrede kendine çabucak “the Debtors’ Prison(Borçular Hapishanesi)” ismini kazandı. 1773’te kapasitesini aştı, sadece borçlular değil aynı zamanda Fransız ve Kızılderili savaşlarından edinilen tutsaklarında yüzünden. Yeni bir hapishane yapımına başlandı – the Bridewell.

Hem New Gaol hemde Bridewell hapishaneleri İngiliz’lerin New York’u işgali sırasında POW(Savaş Esirleri)’lara ev sahipliği yapmıştır. Böylece yapılan vahşet olabildiğince az gösterilmiştir. Yüzlerce mahkum çok az miktarda yiyecek, kötü hava koşulları ya da yetersiz kıyafetler (ellerindeki kıyafetleri daha fazla yiyecek almak için satıyorlardı) ile mahkumiyet görmüştür. Çiçek hastalığı gibi salgınlar mahkumlar arasında yayılmıştır.

Mahkumlardan sorumlu olan adam Hapishane Müdürü William Cunningham’dı. Mahkumlara karşı yaptığı zalimliklerle bilinen biriydi ve bu sebepten onun varlığında New Goal yeni bir takma ad kazanmıştır – Müdürün Yeri. Annesi bayağı gurur duyuyordur herhalde.

 

TRINITY KİLİSESİ

Trinity Kilisesini yanmadan önce görebilmek için çok geç kalman ne kadar üzücü (yeni kilisenin inşaası 1788’e kadar başlamayacak bu arada). Trinity’ler New York’te bir nebze kurumsallaşmıştır, özellikle 18.yüzyılın sonlarına doğru. Kilise bünyasında hem Trinity Okulunu hem de Kral’ın Kolejini bulundurur ki bu de ilerleyen zamanlarda Columbia Üniversitesine dönüşecektir. St. Paun’un şapelide kilisenin bir başka güzelliğidir. (New York’lu Kraliyet Yanlılarının nasıl olduğunu daha iyi gösteren bir şey bulamazsın: aynı Anglikan Kilisesinin biri bloksuz olan iki dalı vardı.)

Kaptan William Kidd (evet,o meşhur korsan kaptanı) gemilerinden bir kaçıyla malzeme yollayıp orjinal kilisenin yapımına yardım etmiştir (senin orda gördüğün yanık halinin yani), ki bu da ondan beklenmeyecek bir iyiliktir. O günlerde bir çok insan, korsanların vicdanı olarak oldukça ileri sosyalistler olduğunu düşünüyordu ki ben bu onların esrarlı havasını dağıtıyormuş gibi hissettiriyor. Bu Cengiz Han’ın güneş panellerini bulması gibi bir şey.

Her neyse, Kidd burada yer bile ayırdı, New York’u terk etmeden önce sürekli orada oturacağını düşünüyordu.

Kilise binası modern New York’un üçüncü Trinity yapısıdır. 1846’da tamamlandığında New York’taki en uzun bina idi. Tabiki Wall Street’in köşesinde, yani bölgedeki gökdelenlerle kıyaslandığında ne kadar uzun olduğunu hayal edebilirsin, asıl etkileyici olanın hangisi olduğu sana kalmış.

 

TRINITY OKULU

Okul 1709’da ‘hayır okulu’ olarak açıldı, bu da okula gitmenin ücretsiz olduğu ve öğrencilerin fakir ailelerden olduğu anlamına geliyordu. (o dönemde,çoğu iyi halli ailelerin çocukları evde eğitim görüyordu). Okul aslen Trinity Kilisesi’nin çan kulesi altında bulunuyordu, ancak senin bulunduğun zamanda çoktan sokağın karşısına taşınmış vaziyette.

İngilizlerin New York’u işgalinden sağlam çıkabilen tek okul bu, muhtemel sebebi ise Kraliyet yanlısı Trinity Kilisesi tarafından yapılmış olması. (Tabiki, Trinity’nin ayrıca finanse ettiği King Koleji kapatılıp askeri hastane haline getirilmiştir, ancak bu üniversitelilerin özgür düşünce ile vatanlarını tanımalarından kaynaklıdır.)

Devrimci savaş sonrası, hükümet ücretsiz ortak eğitim üzerine yoğunlaştı ve şehir sonunda kilise okullarını finanse etmeyi durdurdu ve laik okulları finanse etmeyi tercih etti. Trinity Okulu’da özel hazırlık okuluna dönüştü ki halen de öyledir. Prestijli, pahalı ve de yılda yalnızca 300 öğrenci kabul eden bir kurum. Bu uzun bir zaman… koloniler için. Tabiki Eton 1440 yılında İngiltere’de kurulmuştu – bu Ezio’nun doğumundan 20 yıl öncesi ve 50 yıl sonra Kolomb Amerikayı keşfetti bu da Eton Kolejinden olanların yüzyıllardır gurur duymaktan keyif aldığı bir hadise.

 

WALL STREET

17.yüzyılda New Amsterdam şehrinin kenarı olarak işaretlenmiştir ve şehrin 3 metrelik çitinden gelir. Duvarın kendisi 1699’da İngilizler tarafından yıkılmıştır ancak adı “Wall Street” olarak kalmıştır.

18.yüzyılın sonlarına doğru finansal merkez halini almaya çoktan başlamıştı – tüccarlar Wall Street’in köşesindeki Tüccar Kahve Evin’de buluşuyordu ve hemen dışardaki çınarın altını ticaret senetleri kaplıyordu. (Bu çınar ağacı New York Malzeme alış verişinde Çınar Anlaşmasının merkezi olmuştur.)

Cadde yalnızca 8 blok uzunluğundadır – 1700’lerde de bu gün olduğu kadar uzun gördüğün gibi. Eğer aklına takıldıysa ufak bir hatırlatma: gökdelenler yukarı doğru uzundur, yanlara doğru geniş değil. Aksi taktirde gökdelen değil sağı solu delen olarak adlandırılırdı.

 

YABAN

 

BOSTON IŞIĞI

Kuzey Amerika’daki ilk deniz feneriydi bu, geceleri gemilerin Boston limanına girmelerine yardımcı olmak için inşa edildi. Bu da tabii ki onu Boston kuşatması sırasında devrimcilerin ana hedefi yaptı. Fenere saldırdıp yaktılar. İngilizler onu tamir etmeye başladıklarında geri gelip tekrar yaktılar.

İngizler doğal olarak daha iyi bir tane yaptılar – Boston limanını 1776’da terk ettiklerinde arkalarında bıraktıkları bütün deniz fenerlerini havaya uçurdular. O zamanlar bir deniz feneri hayranı olmak için çok kötü bir zamandı. Peki ben onları seviyor muyum? Ya da sevmiyor muyum? Hafif caza hissettiklerimle aynı şeyi hissediyorum.

Yeni bir deniz feneri inşa edildi 1783’te, yani bu inat devam etti, tüm bu yok etme uğraşlarına rağmen.

Aslında hafif cazı daha çok seviyorum.

 

BUCKMAN MEYHANESİ

Lexington savaşı başlamadan önceki gece, yerel ordu Lexingtonda toplandı ve İngiliz kuvvetlerini beklemeye başladı. En sonunda bu meyhaneye geldiler, ki burası tatbikatlardan sonra uğranılan popüler bir mekandı. Askerlere bedava bira verilirdi böylece askerlere destek verilir cesaretlendirlirlerdi, çünkü özgürlük savaşçıları biradan ve biraz cevizden sonra en güçlü hallerinde olurlardı.

Şafak sökmeden hemen önce askerler İngiliz kuvvetleriyle çarpışmak üzere meydanda geri döndü. Kimse ilk silahı kimin sıktığını bilmiyor, ama bazıları “kilisenin sağında köşedeki evden geldi” yani Buckman meyhanesinden geldi diyorlar. Klasik bar kavgası.

 

 

CONCORD

Düzenli ordunun Boston istikametinde Lexington ve Concord Muharrebelerini yaptığı güzergahtır. Kasabanın içinde İngilizler top, un, yemeklik tuz ve top mermileri buldular. Topu kullanılmaz hale getirip geri kalanını bölgedeki değirmenin göletine attılar – iyi bir fikir değildi çünkü daha sonra yerel direniş bir çoğunu hasar görmemiş bir şekilde geri aldı.

Bir başka olayda düzenli ordunun yanlışlıkla yerel toplantı evini ateşe vermesi – (olur böyle şeyler) – ve söndürmek için kova kuyruğuna girmeleridir. Her nasılsa yerel milisler dumanı görüp Düzenli ordunun tüm kasabayı ateşe verdiğini zannetmiştir. Milisler yürüyüşe geçip Düzenli ordu ile şehrin hemen dışında Kuzey Küprüsünde çatışma çıkmasına sebep olmuştur. Komik içindeki komik bir çabadır bu da trajikomik bir şekilde.

Kuzey Köprüsü’ndeki çatışma “Concord Marşı” ile ölümsüzleştirilmiştir – Ralph Waldo Emerson’un popüler bir şiiri ele alınarak. Emerson 1830’larda Concord’da yaşamış ve muhtemelen şiiride biraz önyargı ile yazmıştır. Köprüdeki çatışmayı şu şekilde ifade eder “Top atışı her yerden duyuldu, sandılarki tüm dünya vuruldu” – biraz mübala var tabi, bir kaç saat önce Lexington’da savaşı başladan top atışlarını duymamıştı herhalde. Belkide öğlen uykusundaydı. Şairler nasıl olur bilirsin.

 

DAVENPORT ÇİFTLİĞİ

Bu hoş bina topluluğu Kolonilerdeki Suikastçi Topluluğunun orijinal merkeziydi. Yedi Sene savaşında Tapınakçılar hamle yaptılar ve Suikastçi avı sırasında burayı yok ettiler. Bu av aynı cadı avları gibiydi.

Achilles bu saldırıdan kurtuldu ve bu bölgede malikaneyi ayakta tutmaya devam etti. Connor geldiğinde burası tekrar doğdu hatta eski şahşasını geride bıraktı. Ardından 19. yüzyıl başlarında bir anda ortadan kayboldu. Aniden ortadan kaybolan bir malikane hem heyecan verici hemde ilginçti, ama büyük olasılık iyi bir yatırım değildi.

 

 

 

 

ESKİ ÇAN KULESİ

Aslında Lexington’ın buluşma salonunda çan için kule yoktu, yani ayrı bir çan kulesi insanlara kilise işlerini, cenazeleri, yangınları ve tabiki kasabaya ilerleyen silahlı ingiliz askerlerini haber vermek için yapıldı.

Çan kulesi aslında kasabaya yakın bir tepedeydi, ama 1768’de buraya taşındı. Büyük olasılık kimse büyük bir tepeyi sadece bir çanı çalmak için tırmanmak istemedi. Biraz daha kolay olsaymış sorun olmazmış.

 

 

 

 

 

FORT DUQUESNE

Bu kale Allengheny ve Monongahela nehirlerinin kesiştiği yerde – esasen Ohio Nehrinin başlangıç noktasında bulunmaktadır. 1754’te Fransız ve İngiliz hükümetleri bu alanı kimin kontrol edeceği hakkında çatışmaya başlamıştır. Virginia göçmenleri bir kale inşaa etmeye başlamıştı, Fransız ve Kanadalı güçler onların peşine düştü ki bu biraz gariptir çünkü Kanadalılar genellikle kibarlardır. Herneyse, kalenin yapımını bitirdiler ve ismini Yeni Fransa’da vali değişiminden sonra the Marquis Duquesne koydular ki bu da harika bir düşünceydi.

Bu sebepten İngiliz koloni hükümeti kaleyi geri almak için George Washington’u (Zorunlu Kale Muharrebesi) ve sonrasında Edward Braddock’u (Braddock Seferi) gönderdi. İki girişimde sefil bir halde bozguna uğradı, her biri kaleye yaklaşamadan yenildi.

Fort Duquesne 1758’e kadar Fransız kontrolünde kaldı, ta ki Fransız birlikleri terkedip ateşe verene kadar. İngilizler buraya yerleşip kaleyi yeniden yaptı ve ismini ‘Fort Pitt(Pitt Kalesi)’ koydu – günümüzdeki Pittsburgh bölgesi, ki bu beni hep hiç zahmet etmeselermiş diye düşündürür.

 

ISAAC POTTS EVİ

Bu ev 1777 kışında George Washington’ın karargahıydı. Evin sahibi Isaac Potts’du. Popüler gürcü tarzında basit bir köy eviydi.

Kongre başkanının yazdığına göre Washington “ kendi başına bir kulübede yaşıyor, bu sadece şimdilik kullanılan bir kabin tıpkı zavallı Boor’un yaşadığı gibi”, which is exaggeration bordering on slander. Washington ilk hafta Forge Valisinde bir çadırda yaşadı, ama daha sonra arkadaşlarıyla Potts evine taşındı. Geri kalan askerler vadinin civarındaki geçiçi kütükten yapılma kulübelere yerleştirildi.

Her neyse bu evler zenginlik içinde değildi – odaları küçüktü, vethe rooms are small, ve askeri buluşmalar için sıkışık bir bölgesi vardı – ve her evde yirmi beş kişi yedi,içti,uyudu ve çalıştı. 18. yüzyıldaki rezidanslara benziyor olmalı. Söylentilere göre Washington’ın büyük başarılarından biride beer pong adlı içki oyununu keşfetmesi.

Her neyse, bu ev Washington’ın kendini bir lider olarak insanlara tanıtmak fakat kendini onlardan üstün bir şekilde göstermemek için yaptığı çalışmalar sırasın gizliliğini yitirdi.

 

JOHNSON SALONU

Sir William Johnson 1763’de Johnson Salonu’nu inşa etti. Evet, “kendisi” inşa etti. Küçük bir yardımdan fazlasını aldı. İşçi olarak çalıştırdığı 60 tane kölesi vardı ve bu onu kuzeyin en fazla kölesi olan kişiydi. Burası bir evden çok bir çiftlik gibi çünkü burada kereste fabrikası ve buğday değirmenide var, ve kiralık işçiler burada çalıştırılıyorlar.

Dışı tahtadan fakat taştanmış gibi gözükmesi için boyanmış, böylece gösterişli bir görüntü sağlanmak istenmiş, ama iki tarafta gördüğünüz blok evler taştan yapılma çünkü amaçları savunma sağlamaj. Ev yapıldıktan sonra, Fransızlar ve Kızılderililer arasındaki savaş yeni bitmişti, yani ev saldırılara karşı hazırlıklıydı yada William Johnson’ın iş anlaşmalarından dolayı olan düşmanları iyi kuşanmıştı.

 

KANIÈN:KEH BÖLGESİ

Son zamanlarda “Mohawk Vadisi” olarak bilinen bu vadi, Catskill ve Adirondack dağlarının arasından akan Mohawk Nehri’ni takip ediyor. Kanien’kehà:ka bölgesinin bir parçası – zaman zaman ismi yüzünden, İngilizce’de Mohawk olarak bilinir.

Ayrıca vadi Atlantik Okyanusu ve Büyük Göller arasındaki tek doğal yoldur ki bu da bu yolun sahilden yabana inip oradan da Canada’ya geçmek için en kolay yol olduğu anlamına gelir. Bundan dolayı Fransız-Kızılderili ve Devrimci savaşları sırasında vadi inanılmaz derece önemli bir stratejik nokta haline geldi.

“Önemli stratejik nokta” derken, vadinin bölge olarak kabul edilmediğini ve sıkça baskına uğradığını kastediyorum. Vadideki yerleşim alanlarının çoğu Devrimci Savaşı esnasında baskına uğradı ve aslında tarım arazilerindeki hasar o kadar çoktu ki yiyeceklerin güneyden bölgeye sevk edilmesi gerekti. Bölgede Devrim “Yanık Vadiler” olarak biliniyor- ki bu her şeyi açıklıyor.

 

KUZEY KÖPRÜSÜ

Burası devrim savaşının ilk çatışmasının yaşandığı yer. Concord’daki savaş sırasında yaklaşık 90 İngiliz askeri bu köprüyü yakınlardaki bir tepede konuşlanan birkaç yüz asi askerine karşı savundu. İngilizler organize olamayan çiftçiler tarafından bir direniş bekliyorlardı, yani asiler “askeri düzen” içinde ilerleyince İngilizler panikledi. Kızgın çiftçiler çoğu zaman korkutucuydu. Subaylar çelişkili emirler verdi, İngiliz formasyonu bozuldu ve askerler kaçıştı.

Asıl köprü 1788 yılında yıkıldı ve yakınına yeni bir köprü yapıldı. Tabiki bir kaç kez onarıldı bu köprü çünkü İngilizlerin kuyruklarını kıstırıp kaçmaları tarihi canlandırmalar için güzel bir malzemeydi ki Amerikalılar tarihi tekrar canlandırmaları çok severler ama aynısı Atlantik’in bizim tarafı için söylenemez. Şaşırtıcı ve ilginç.

 

LEXINGTON

Lexington küçük bir çiftçilik topluluğudur ve Amerikan Devrimi’ni başlatan ilk savaşın yapıldığı yerdir. Hayır, Dramatikleşmeye başlamıyorum – ilk savaş Lexington yeşilliğinde gerçekleşmiştir.

19 Nisan 1775 sabahında, İngiliz Düzenli Ordusu Lexington’u geçip gizli isyancı silah zulalarını bulmak için Corcord’a yürüyordu.

Lexington milisleri John Parker liderliğinde köyün yeşilliğinde dizildi -muhtemelen direniş için düzenlenmiş bir gösteri niteliğinde çünkü gerçek bir savaş bekliyorlardı. Milisler aşırı derece sayı azınlığındaydı – 70 milise karşılık 700 İngiliz askeri. John Pitcairn isyancılara dağılmalarını emretti ve belkide gerçekten dağılacaklardı… ta ki birisi ateş edene kadar. Sonrasında herkes ateş etmeye başladı – kaçmakta olanlarda buna dahil.

Bir kaç milis öldürüldü, kalanlar geri çekildi. İngiliz’ler Concord’a karşı yürüdü – gerçi Boston yakınlarında tekrar milisler tarafından taciz edildiler.

Lexington’da “Amerika için ne görkemli bir sabah” cümlesi bir özlü söz haline gelmiştir – muhtemelen öyle görünmediği için. “1775’ten beri hep ateş eder ve kaçarız!” cümlesi olaya daha bir uygun gibi. Her kasabanın övgü dolu sözleri olan çıkartmalara ihtiyacı vardır.