CEMİYET
BİZANSLILAR
M.S. 293 yılında Romalı İmparator Diocletian, imparatorluğunun tek bir kişi tarafından yönetilemeyecek kadar büyük ve karmaşık bir hale geldiğini düşünerek, kendisiyle eşit hüküm yetkisine sahip üç kişiyi görevlendirdi. “Dört Hükümdar” olarak bilinen bu kötü şöhretli tetrarşi devlet yönetimi tarihindeki en berbat fikirlerden biri olmuştur. Yalnızca otuz yıl içerisinde I. Constantine [-] yeni ‘İmparatorlar’ın en hırslı olanı [-] rakiplerini egale etti ve kendini Roma İmparatorluğu’nun biricik Sezar’ı ilan etti. Yönetime geçer geçmez Constatine bir deprem etkisi yaratan karara daha imza attı: krallığının merkezini 1000 mil doğudaki, neredeyse bin yıl önce Dorik Yunanlılar tarafından Avrupa ve Asya arasındaki sınıra kurulmuş küçük bir şehir olan antik Bizans’a taşıyacaktı.
Constantine dünyanın ilk Hristiyan İmparatorluğu’nu kurma amacıyla belirlediği katı spesifikasyonlara bağlı olarak bu antik şehrin imarına başladı. M.S. 330 yılında inşa tamamlandığında, şehir hristiyanlaştırılmış “Nova Roma Constantiopolitina” [-] “Constantine’in Şehri, Yeni Roma” haline dönüşmüştü. Şehir haç ve kılıcı eşit gören [-] ki, biri diğerinin ters çevrilmiş haliydi [-] Constantine’in kendine has askeri bir Hristiyanlık formu üzerine kurulmuş olan görkemli yeni İmparatorluğunun merkezi olacaktı. Constantine’e göre, tercih edilmiş inanç pasif kabullenmeyle değil, şiddetle ikna edilerek yayılmalıydı.
Bin yıldan uzun süre ayakta kalan bu yeni Roma İmparatorluğu’nun [-] bugün Bizans İmparatorluğu denilmektedir [-] sınırları uzun yaşamı boyunca oldukça çalkantılı olmuş, ülkenin hudutları bir denizin dalgaları gibi bir genişleyip bir daralmıştı. Ancak tüm sınır hareketlerine rağmen, şehrin kalbi devasa Kostantiniyye şehrinde sabit kaldı. İmparatorluğun Yunan, Latin ve Makedonyalılar’ın arasında el değiştirdiği zamanlarda bile, Kostantiniyye’nin önemi baki kalmıştı. Ancak üzerinde konumlanan İmparatorluğun kaderi aynı olmayacaktı. 1261 yılının başlamasıyla birlikte, Latin İmparatoru’nun sınır dışı edilmesinin ardından İmparator Michael Palaiologos büyük Bizans hanedanlarının sonuncusunu kurdu.
Michael’in imparatorluğu yeniden eski günlerine döndürme yolundaki tüm çabalarına rağmen, on üçüncü yüzyıl Bizans İmparatorluğu eski toprakları ve etkisinin yalnızca bir bölümünü muhafaza edebildi ve bir sonraki hükümdar II. Andronicus Palaiologos’un döneminde de çöküş devam etti. 1400’e gelindiğinde, İmparatorluğun elinde yalnızca Trakya’nın bir küçük bir bölümü ile birkaç Akdeniz adası kalmıştı. Osmanlı İmparatorluğu’nun müthiş büyümesi ve yayılımı Anadolu yarımadasındaki tüm Bizans yerleşimlerini yutmuş ve şimdi Bizans’ı kuzeyden de tehdit eder hale gelmişti.
1397’de, Osmanlı Sultanı I. Bayezid şehre başarısızlıkla sonuçlanan bir saldırı gerçekleştirmiş, bu da Bizanslılar tarafından eski günlere dönüşün bir müjdesi gibi yorumlanmıştı. Ancak Osmanlı’nın ezici gücünün durdurulamayacağı kısa süre sonra anlaşılacaktı. 15. yüzyılın ilk yıllarında, Bizans İmparatorları Batı Avrupa liderlerine yardım için yalvardılar [-] ancak süregelen savaşlar ve Katolik Batı’nın Ortodoks kuzenlerine karşı beslediği karışık hisler yalnızca yarı gönülsüz jestler ve duruma bağlı ittifaklar getirdi.
Nihayet, 1453’te, son yüz yıldır birçok Bizans İmparatoru’nun korktuğu işgal gerçekleşti. Sultan II. Mehmet [-] daha sonra tanınacağı isimle, “Fatih” Mehmet [-] komutasındaki devasa Osmanlı Ordusu Kostantiniyye surlarına yürüdü ve kuşatma başlattı. İmparator XI. Constantine yaklaşık 2 ay boyunca cesurca savaştı, ancak sonunda yenik düştü. Şehri yıkılmış ve harap bir haldeydi, askerleri cesur fakat yorgundu ve kaçınılmaz olana karşı savaşmanın anlamı yoktu.
Yine de, Constantine tüm imkanlarını kullandı. Son gününde generalleriyle ayine katıldı, ardından son saldırıyı beklemek üzere Blachernae Sarayı’na döndü. Son geldiğinde, İmparator tüm krallık giysilerini çıkardı ve yalnızca adamları ve kılıcı ile kaldı ve “Yenildik, ama ben hâlâ hayattayım!” diye bağırdı. Bir daha onu ne gören ne de duyan oldu.
DEMİRCİLER
Her Rönesans topluluğu bir demirciye ihtiyaç duyardı. Kılıçlar, kilitler, tavalar, bıçaklar, çiviler ve zırhlar hep metalden yapılırdı ve hepsinin şekil verilmeye ihtiyacı vardı. Ek olarak, demirciler pratik el becerilerini sanata dönüştürmeye başladıkça, Rönesans boyunca sanatsal demir işleri de ortaya çıkmıştı.
HEKİMLER
Avrupa ve Asya’nın birleştiği yere konumlanmış olan Kostantiniyye’nin bu sıradışı coğrafik konumundan dolayı, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki hekimler hem Doğu hem de Batı tıp bilimlerinde bilgiliydiler, bu da [-] bakış açınıza göre [-] onların iki kat eğitimli ya da iki kat cahil oldukları anlamına geliyordu. Yunanlılara göre, Osmanlılar hastalıkların tedavisi için kan alma ve sülük tedavilerine düşkündüler Osmanlılar’a göre ise kendileri yaraları dağlama ve kaplıcalarda iyileşmeye önem veriyorlardı. Bitkisel kocakarı ilaçlarının da kullanımı oldukça yaygındı. Bir Osmanlı tıp kitabında tıbbi açıdan yararlı oldukları iddia edilen 600’den fazla değişik bitkiden bahsedilir.
Tıbbın gelişmeye başladığı zamanlarda olunmasına rağmen, Osmanlı İmparatorluğu hastanelerde para alınmamasıyla dikkat çeker. Ancak, parası olan hastalar, istedikleri takdirde parayla özel hekimler tutabiliyorlardı. Bazı şeyler hiç değişmiyor, değil mi?
HIRSIZLAR
Yasal zanaatkarları [-] örneğin madenciler, taş işçileri, duvarcılar ve cellatlar [-] takip eden Osmanlı İmparatorluğu hırsızlarının çoğu organize loncalara üyeydi, bu loncaların çoğu polis tarafından bilinir ve otoriteyi enselerinde hissetmemek için polise sık sık rüşvetler ve “hediyeler” verirlerdi.
Hırsızlar ayrıca, yerel halka musallat olmamak için mümkün olduğunca yabancıları hedeflerlerdi, ki kozmopolit Kostantiniyye’de turist bolca bulunuyordu. Ayrıca şu da not edilmeli ki, o zamanlar hırsızlar ve polis arasındaki çizgi oldukça belirsizdi, zira hırsızlara göz kulak olması için seçilen polislerin bir çoğu da eski hırsızdı.
KARABORSACILAR
Israrcı ama etkili satıcılar olan karaborsacılar işe yaramaz mallar kadar değerli eşyalar da satarlardı. Nazik ticaret kanallarının dışında faaliyette bulunan karaborsacılar zorlayıcı ve ısrarcıdırlar, satılacak “inanılmaz yararlı” malları olmadığı ender zamanlarda tam bir baş belası olabilirler.
KİTAPÇILAR
On beşinci yüzyılın ortalarında Johannes Gutenberg’ün yüzyıllardır kullanılagelen hareket ettirilebilir baskı makineleri üzerinde yaptığı geliştirmeler bilinen en önemli teknolojik atılımlardan biridir. İnsanlık tarihinde ilk kez kitapların basımı ve yayılması için [-] her tür, her dildeki kitaplar [-] yetenekli bir kopyacıya ve aylar süren sabırlı çalışmaya gerekesinim kalmamıştı. Artık bir kitap birkaç hafta içinde hazırlanabiliyor ve kısa sürede sayısız kere çoğaltılabiliyordu. Bunun bir sonucu olarak, kitaplar ucuzlamış ve yeni yükselmekte olan “orta sınıf” tarafından kolaylıkla erişilebilir hale gelmişti.
OSMANLILAR
1301 yılında, Kostantiniyye’nin yalnızca 50 kilometre doğusunda gerçekleşen Koyunhisar Savaşı, dünya tarihine Osmanlılar hakkında düşülen ilk kayıttır. Osman adındaki bir adamın liderliğinde, bu orta büyüklükteki Türk ordusu Bizanslı düşmanlarına karşı çarpıcı bir zafer kazanmış, düşmanları savaş alanından kuzeye, Marmara denizinin kıyılarına kadar sürmüşlerdi. Yenilgi halihazırda on yıllardır ufak bir toprak parçasına tutunmaya çalışan kendini beğenmiş Bizanslılar’ı şoka uğratmıştı.
Sonraki 150 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun boyutları ve gücü, neredeyse hiç engelle karşılaşmadan arttı. Zafer ardına zafer kazanan Osmanlı Sultanları yavaş fakat emin adımlarla, bir zamanlar güçlü Bizans İmparatorluğu’na ait olan toprakları ele geçirdi [-] önce Anadolu’da (şu anda modern Türkiye), sonra Trakya’da (günümüzde Macaristan, Yunanistan, Makedonya, Arnavutluk vs.). Zamanla, Osmanlılar’ın Doğu Avrupa’daki büyüyen varlığı Batı’yı endişelendirmeye başlamıştı, en çok da İslam İmparatorluğu’nun ezici ışığı karşısında Doğu Ortodoks kilisesine duyduğu hıncı basit bir ağız kavgasına dönüşen Vatikan endişeliydi. Ancak bıçak kemiğe dayandığında bile, yardım dilenen ve İmparatorluğu, on beşinci yüzyılın ortalarında yalnızca başkenti Kostantiniyye ve şehri çevreleyen köylerden ibaret kalmış olan Bizans İmparatoru’na yardım göndermek için bile olsa, Papa rahatsız edilemezdi.
Sonunda, 1453 yılında [-] kırk dört gün süren savaştan sonra [-] Kostantiniyye de Osmanlılar’ın eline geçti. Sultanları 21 yaşındaki II. Mehmet tarafından yönetilen Yeniçeriler surlarda açılan bir gedikten şehre doluştular. Şehir merkezine girdikten sonra muzaffer Sultan doğruca Ayasofya’ya ilerledi. Antik katedrale vardığında diz çöktü ve bir saygı göstergesi olarak başındaki sarığa bir tutam toprak serpti.
Başkenti Boğaziçi’nin kıyılarına taşıyan Mehmet’in ilk emri kozmopolit bir İmparatorluğun nişanesi olarak Konstantinopolis’i [-] artık Türkçe’deki söylenişiyle Kostantiniyye olarak söyleniyor, şehir halkı ise konuşma dilinde İstanbul olarak adlandırıyordu [-] yeniden inşa ettirmek oldu. Fethi izleyen on yılda, Mehmet her şeyi modern Osmanlı anlayışıyla donatırken eski Bizans başkentinden kalanları koruma konusunda da azami ölçüde dikkatliydi. Bu işte Sultan Mehmet başarılı olmuş sayılabilir, zira elli yıldan kısa bir süre içerisinde nüfus 40,000 gibi değersiz bir rakamdan 100,000’den fazla Müslüman, Hristiyan, Yahudi ve Roman’a ulaşmıştı. Dini ve kültürel farklılıklara hem geleneklerinden dolayı, hem de koyduğu kurallarla saygı gösteren bir İmparatorluğun ticaretle patlama yapan kalbine, Doğu’dan ve Batı’dan insanlar akın ediyorlardı.
PARALI ASKERLER
Paralı askerler on altıncı yüzyılda çoğunlukla hareketliydi, bir anlaşmadan diğerine kolayca geçer, kim için ya da ne uğruna savaştıklarına dikkat etmezlerdi. Çoğunlukla kendilerini finanse eden devletin parası bittiğinde askerler dağılır ve hemen karşı taraf tarafından kiralanırlardı. Bu ironik uygulama on dördüncü yüzyılın başlarında, etrafı birçok küçük düşman kabile tarafından çevrilmiş Bizans İmparatorluğu’nun kendi adına savaşmaları için küçük fakat sert grupları kiralamasıyla zirveye ulaşmıştı. Bu çok aranan gözüpek askerler kimlerdi? Elbette Osmanlılar.
Bazı PARALI askerler onurluydu, inandıkları bir amaç uğruna savaşırlardı, ancak bunların sayısı çok azdı ve olanlar da birbirlerinden uzaktı. Yine de, bulunmuş oldukları yerlerde, peşlerinden koşulan kişilerdi.
ROMANLAR
Roman halkı [-] ayrıca Roman, Rroman ve Çingene olarak da bilinirler [-] tüm Orta Doğu’da ve Avrupa’nın bazı kesimlerinde bulunan yarı[-]göçebe, yurtsuz insanlardır. Köken olarak, günümüzde Afgnaistan ve kuzey Hindistan’ın bulunduğu güney Asya’dan gelen romanlar, evsahipliğinde bulundukları ülkelerin asimilasyonuna karşı çıkmalarıyla ünlenmiş bir kültürden gelirler.
Ancak, komşularıyla mesafeli ilişkiler içinde oldukları yüzyıllara rağmen, Romanlar [-] bazen diğerlerinin pahasına, ama çoğunlukla büyük zorluklara göğüs gererek [-] varlıklarını sürdürmüş ve zengin ve bol renkli bir kültürlerine sahip çıkmışlardır.
RUM ATEŞİ
Bizans İmparatorluğu yüzyıllar boyunca deniz savaşlarında Rum Ateşi’ni kullandı. Bu onlara büyük bir teknolojik üstünlük sağlamış ve Kostantiniyye’nin iki Arap kuşatmasından kurtulması (1203) gibi birçok önemli zafer kazandırmıştı.
Rum Ateşi’nin icadından önce de, yüzyıllar boyunca savaşlarda alevli silahlar kullanılagelmişti, ancak Bizans Rum Ateşi’ni diğerlerinden ayıran şey sıradışı formülü [-] bu formül, ateşin su altında bile yanmaya devam etmesini sağlıyordu [-] ve sıvıyı diğer gemilere püskürtmek için tazyikli boru sistemlerinin kullanımıydı. Öyle ki, Rum Ateşi bazıları tarafından modern napalmın atası olarak kabul edilir.
Rum Ateşi’nin içeriğindeki malzemeler, üretim işlemi ve titiz doldurulma süreci çok sıkı korunan askeri sırlardı. Ateş özünün tekniği ve üretimi birbirinden neredeyse tamamen ayrıştırılmış, operatörlerin ve teknikerlerin yalnızca bir bileşenin sırlarını bildiği işlemlerdi, böylece ateşin tüm sırlarının düşman eline geçmesi engellenmiş oluyordu. Örneğin, Bulgarlar 9. yüzyılın başlarında 36 Rum Ateşi sistemini ele geçirmiş, ancak kullanmayı başaramamışlardı.
SARRAFLAR
İslami hükümlerin bazı ilkeleri [-] özellikle kâr üzerinden gelir elde edilmesinin kesinlikle men edilmesi [-] yüzünden günümüzdeki modern bankacılık anlayışı 19. yüzyılın ortalarına kadar Osmanlı yöneticileri tarafından onaylanmamıştı. Bunun yerine yarı[-]dini Vakıf ağları [-] gelirlerini sosyal ve dini programlara aktaran para bağışçıları vardı.
Gayrımüslim topluluklar bu kısıtlamalardan muaftı, bu da özellikle Rum, Yahudi ve Ermeni yerleşim bölgelerinin bulunduğu Galata’da bankacılık faaliyetlerine daha yakın oluşumlar kurulmaya başlanmasına yol açmıştı.
TELLALLAR
On altıncı yüzyıldaki insanların birçoğu okuma bilmediğinden ilanlar, yerel kanunlar, haberler, pazar kurulacak günler ve reklamlar tellallar tarafından duyuruluyordu. Osmanlı dönemi Kostantiniyyesinde, tellallara kuzenleri Müezzinler, minarelerin tepesinden bağırarak insanları günlük ibadetlerine çağıran adamlar da katılıyordu.
TERZİLER
Osmanlı İmparatorluğu’nda terzilik herkesin [-] hangi etnik köken ya da dinden olursa olsun [-] yapmak isteyeceği ve Kostantiniyye’nin çarşıları ve sokaklarındaki kültürlerin karışımı sayesinde inanılmaz derecede kârlı saygın bir meslekti. İmparatorluğun geniş toprakları sayesinde, Osmanlı kumaşları doğudaki İran’dan batıdaki Yunanistan’a farklı kültürlerin karışımıyla ortaya çıkmış canlı renkleri, karmaşık desenleri ve inanılmaz detay seviyeleriyle ünlüydü. Gerçek bir terzilik dehası.
YENİÇERİLER
Halk tarafından hem gıptayla bakılan hem de korkulan Yeniçeriler Sultan’ın üst sınıf askerleri [-] yalnızca liderlerine bağlı olan mükemmel eğitimli savaşçılardı. Devşirme sistemiyle [-] kalıcı olarak Osmanlı askeri ve devlet yönetimi kademelerinde görevlendirilmek üzere zeka ve fiziksel güç bakımından sıradışı olan Hıristiyan çocuklarının askere alınması [-] çocukluklarının ilk yıllarından itibaren yetiştirilmeye başlanan Yeniçeriler kendi başlarına ayrı bir etkiye sahip sosyal bir sınıfı oluşturuyorlardı. Standart ölçülere göre “özgür” değillerse de, İmparatorluk politikalarında aşırı bir etkiye sahiptiler ve onların desteğini kazanamayan kimse etkili bir yönetici olamazdı.
Dönemin tarihçilerinden birinin yazdığı gibi: “(Yeniçeriler) İstanbul halkını korkuturlardı. Osmanlı yetkilileri yabancı elçileri ‘Hepsinden önemlisi, sakın Yeniçeriler’le laf dalaşına girmeyin’ diye uyarırlardı, ‘çünkü onlara karşı size hiçbir yardımımız dokunmaz.’ Bir Yeniçeri grubu bir bölgeye geldiğinde, dükkan sahipleri hemen dükkanlarını kapatır. Bir şehir teslim olduktan sonra bunların şehri yağmalamalarına engel olmak neredeyse imkansızdır….”
II. Mehmet’in hükümdarlığının sonlarında, Yeniçeriler eşi benzeri görülmemiş bir politik ve askeri güce erişmişler ve İmparatorluğun gelişimini hiçbir Sultanın hayal bile edemeyeceği bir şekilde etkilemeye başlamışlardı.
HEDEFLER
DAMAT ALİ PAŞA
Doğu Anadolu kökenli Damat Ali Paşa saygın bir Bâb[-]ı Âli görevlisi ve Sultan II. Bayezid’in hizmetkârıydı.
Ancak, sonraki yıllarda Sultan’ın dünya hakimiyeti hevesi söndükçe, Damat’ın sadakati buharlaştı ve git gide, kaos ve vasatlığın normal sayıldığı dünyaya şan ve şerefi getirebilecek tek dünya görüşünün Tapınakçı felsefesi olduğuna inanmaya başladı.
GEORGIOS KOSTAS
Georgios inanılmaz gücü ve sertliğiyle ün salmış izbandut gibi bir boksçuydu. Onlu yaşlarında dünya çapında bir ün kazanmaya merak salan Georgios Trakya genelinde bir dizi dövüş turnuvasına katılmak üzere Yunanistan’dan ayrıldı.
Başarılı yarışmalarla geçen yıllardan sonra efsanevi başarıları Tapınakçılar’ın dikkatini çekti ve bir süre sonra, hayal edebileceğinden de ünlü ve korkulur hale geldi.
MANUEL PALAIOLOGOS
Kostantiniyye’nin Osmanlılar’ın eline geçtiği yıl doğan Manuel Palaiologos [-] devrik Bizans İmparatoru XI. Constantine’in yeğeni [-] bir gün belki onun olabilecek şehri pek fazla ziyaret etmemişti. Küçük bir çocukken ailesinin trajik güç kaybı hikayelerinden ağır bir şekilde etkilenmiş ve kardeşi Andreas ile, ailesini bir gün tekrar eski şanına kavuşturabileceği günlerin hayallerini kurmuştu. Ancak bu kardeş antlaşması da bozulmuştu. Rodrigo Borgia’nın, ve Osmanlı Sultanı’nın kardeşi, İtalya’da sürgünde yaşayan Cem’in tanıdığı olan Andreas, Osmanlılar’a karşı Tapınakçılar tarafından kumanda edilecek bir savaş açılması yaklaşımını benimsiyordu. Öte yandan Manuel, daha gizli [-] daha görünmez, ancak başarı şansı daha yüksek [-] bir yaklaşımı benimsemişti.
1485 yılından sonraki bir noktada, Manuel Kostantiniyye’ye gitti ve taht üzerindeki hakkından dolgun bir emekli maaşı karşılığında feragat ettiğini bildirerek varlığını Sultan II. Bayezid’e duyurdu. Sonra Osmanlı donanmasına katıldı ve İslam’a geçti. Artık, yüzeyde modern bir Osmanlı örneğiydi [-] eğitimli, meraklı ve kendini adadığı ülkesiyle gururlu. Andreas ise, elbette, kardeşine öfke duyuyor ve onun bir hain olduğunu düşünüyordu. Ancak iki adam arasından Manuel’in planının daha uygulanabilir olduğu ortaya çıkmıştı… en azından ilk bakışta. 1490’ların sonunda, Rodrigo’nun Palaiologi’ye Kostantiniyye’yi alma planlarında yardımcı olma hevesi söndü, Andreas ise derin bir fakirliğe düşmüş, sonunda 1502 yılı civarında yalnız ve beş parasız olarak Roma’nın varoşlarından birinde ölmüştü.
Ancak Manuel git gide semirmişti. Emekliliğin ve diğer birçok şüpheli bağlantılarının sağladığı gelirlerle şişmanlamış ve rahata ermişti. Ellili yaşlarının sonlarında ise şehirdeki en zengin insanlardan biri olmuştu. Peki bu zenginlik ve başarı dünya hakimiyeti heveslerini azaltmış mıydı? Sanırım buna hayır diyeceğim. Peki hâlâ şehrinin Osmanlı hakimiyeti altında olmasına öfkeli miydi? Büyük ihtimalle evet.
MIRELA DJURIC
Yıllarca yönetimdeki seçkinler tarafından hor görülen ve alay konusu edilen Mirela sonunda çareyi Tapınakçı saflarına katılmakta bulmuş ve paganist medyumluğunu Kostantiniyye’nin fakir kesimindeki insanların arasına karışmak için kullanmıştı.
Kurnaz ve baştan çıkarıcı olan bu hünerli kadın Tapınakçılar’ın geniş yeraltı suç hareketlerine olan temel bağlantı noktasıydı ve şehirde onun ismini bilmediği hiçbir yankesici, fahişe ya da kiralık katil bulunmazdı.
ŞAHKULU
Efsanevi asi lideri Şahkulu’nun hayatı hakkında, Doğu Anadolu’da sürekli ezilmiş bir Türkmen ailesinde doğduğu dışında pek az şey bilinir. Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde büyümüş olmasına rağmen, Şahkulu Tapınakçılar’la kendisini yetim ve tek başına bırakan bir Osmanlı akıncı birliği saldırısı sonrasında tanıştı.
Gençliğinden itibaren Safevi sempatizanları, ardından da Tapınakçılar tarafından büyütülen Şahkulu’nun Osmanlı Türkleri’ne olan nefretiyle yalnızca tüm Tapınakçı karşıtlarını ortadan kaldırmaya yönelik kararlılığı yarışabiliyordu. Manuel’le olan belirsiz ortaklığı biraz ortak dünya görüşüyle, biraz da acı bir tesadüfle oluşmuştu. Ne de olsa, Bizanslılar da Şahkulu’nun halkına Osmanlılar’dan daha iyi davranmamış değillerdi.
UDAY DUNKAS
Sennar Sultanlığı’nın ilk Sultanının kuzeni olan Odai Dunqas, ilahi hüküm iddia eden tüm yöneticilere karşı derin bir kin besliyordu.
Kendi ailesi tarafından 1505 yılında doğu Afrika’dan kovalanmasının ardından kuzeye, İskenderiye’ye gitti ve teselliyi Tapınakçılar’ın dünya ideolojilerinde buldu: zorla kabul ettirilen barış ve dinginlik. Kendine ‘Doğruluğun Gardiyanı’ adını veren Odai bunu dünya çapında kabul edilen bir gerçek haline getirmek için Tapınakçılar’a katıldı.
VALI CEL TRADAT
Eflak doğumlu bir asil olan Vali cel Tradat Suikastçılar’a yirmili yaşlarının başlarında dahil oldu. Suikastçılar Osmanlı Sultanı II. Bayezid ile barış yapana kadar, yaklaşık on yıl kadar Tarikat’a sadık kalmıştı. Gözcü’ye göre bu ihanetle eşdeğerdi [-] Osmanlılar onun halkını utanca boğmuş, topraklarını işgal etmiş ve gizli idolü Vlad Tepeş’i katletmişti.
Onun bu hayal kırıklığını sezen Tapınakçılar Vali’yi kendi saflarına kattılar ve o da kısa süre içinde Tapınakçılar’ın en korkunç savaşçılarından biri haline geldi.
İRTİBATLAR
16. DENEK
Merhaba. Ben Clay Kaczmarek. Yalnızca bir sayıyım. Denek On altı. Evet, nihayetinde hepimiz kullanılıp atılan şeyleriz, değil mi On yedi? Yalnızca sayılarız. Birler ve sıfırlar. Ben bunu kanıtladım. Animus’tan çıkmadan önce, şu anda seninle konuşan bu ufak Yapay Zekaya Sahip nesneyi yarattım. Animus ve onun inanılmaz simülasyon olanaklarını kullanarak kendimi kopyaladım, bu kopyayı iki düzine parçaya ayırdım ve her parçayı bu veribankalarına sakladım. Sen onları buldun, beni tekrar bir araya getirdin. Hiç fena değil, ha? Takım oyunu.
Elbette dedikodular Clay’in [-] gerçek Clay, Suikastçı, Lucy’nin arkadaşı olan [-] artık hayatta olmadığını söylüyor. Yanlış duymadıysam bileklerini kesmiş. Bunu bizzat görememem büyük kayıp, yine de nasıl olduğunu hayal edebiliyorum. Son anlarında, son haftalarında kafamın içinde… pardon, ONUN kafasının içinde binlerce görüntü yüzüyordu, sanki hepsini tekrar yaşıyormuş gibi. Nasıl üstesinden geleceğini planlıyordu. Hatta hesabını kesmeden önce hücresinin duvarlarına parmak boyası yaptığını bile duydum, öyle mi? Manyak herif, onu özlüyorum. Gerçekten özlüyorum.
Üzgünüm, bu gitgide daha da karmaşıklaşıyor. Gerçek Clay gitti, ve onun yerini ben aldım. Gayet iyi, ha? Hâlâ bana kuzen diyebileceğin kadar iyiyim, değil mi Desmond? Senle ben, çok uzaktan kuzenleriz. Çünkü geniş aile zincirimizin ucunda bir yerlerde, ikimiz de Ezio’da birleşiyoruz, amin diyelim dostum. İkimiz de onunla akrabayız. Ve ikimiz de onun anıları arasında küçük gezintiler yaptık, benim senden çok daha az anıya erişimim olsa da. Bunu bir düşün. Sanırım seni bu kadar özel yapan şey bu. Sen bir çok büyüleyici kan bağının birleşme noktasısın.
Ama ben değilim. Hayır, ben yalnızca gelecek vaad eden bir öncüydüm. Sana ulaşmak için bir zıplama tahtası. Oh pekâla. Kendi rolümü tamamladım. Bir adam daha fazla ne söyleyebilir?
Görünüşe göre, pek az şey.
ABBAS SUFYAN
1166 yılında doğan Abbas Sofian görece zor bir çocukluk geçirdi. Babası [-] 1176 yılında Sarazenler tarafından tutsak edilmiş ve işkenceye maruz bırakılmış, Abbas henüz küçük bir çocukken hayatından çıkmıştı. Tek başına kalan Abbas derin bir depresyona yuvarlanmış, yalnızca arkadaşları ve Üstadı El Muallim’e olan bağlılığı bu depresyonu hafifletebilmişti.
Ancak tüm bunlar birkaç yıl sonra arkadaşı ve sırdaşı Altaïr, Abbas’a onun yalanların en acımasızı olarak gelen bir şey söylediğinde değişti: İşkence altındayken babası Suikastçı Tarikatı’na ihanet etmiş, sonra da bu utancı kaldıramayıp kendini öldürmüştü. Öfkeden deliye dönen Abbas bu sert, çıplak gerçeğe inanmayı reddetti [-] El Muallim bu gerçeği ne onaylamış ne de yalanlamıştı. Bu noktadan sonra Abbas Altaïr’i bir yalancı ve hilekâr olarak görmeye başladı [-] ona göre Altaïr İtikat’ın ciddi ilkelerine uyamayacak kadar düzenbaz ve pervasızdı.
Yıllar geçtikçe Abbas yetenekli ve saygın bir Suikastçı olmuş, ancak ruhunda daima bir şeyler eksik kalmıştı. Buz gibi soğuk ve Kardeşlik’e neredeyse fetişist bir tutkuyla bağlı olan Abbas hem El Muallim’in adam kayırmasından, hem de Altaïr’in Tarikat’i gevşekçe yorumlamasından ölesiye nefret ediyordu. Ancak eski dostuna olan tüm nefretine karşın yıllarca sadık bir hizmetkar olarak kaldı.
Sessiz kalmak zordu, öte yandan, Altaïr’in önce Efendi, sonra da Üstad rütbelerine hızla tırmanışının karşısında, Abbas kendini zor zaptedebildiği yakıcı bir kinle dolmuş buldu. Patlaması artık yalnızca an meselesiydi.
ALTAÏR İBN LA’AHAD
Eğer modern Suikastçılar’ın çehresini sonsuza dek değiştirmiş bir adam varsa, o da bu adamdı: Altaïr Ibn La’Ahad. Neredeyse hiç görmediği bir ailenin çocuğu olarak, kendi seçmediği bir Tarikat’ın içinde, 1164 yılında Kutsal Topraklar’da dünyaya gelen Altaïr henüz ergenlik çağındayken kendini sadık bir mürid ve becerikli bir dövüşçü olarak kanıtlamıştı.
1189 yılında, Üçüncü Haçlı Seferi toplanma aşamasındayken Altaïr, neredeyse tek başına koca bir Haçlı ordusu dalgasını Masyaf Kalesi’nin kapılarından döndürdüğünde Üstad’ı Al Muallim’i bile şoka uğratmıştı. O günden sonra, Altaïr’in ismi tüm Suikastçılar arasında bilinir olmuştu. Sonraki iki yıl boyunca inatçı fakat ölümcül savaşçı ünü gizemli hayatının her köşesinde kendini hissettirmişti.
Pek az kişi tarafından sevilen, fakat herkesin kendisine hayran olduğu Altaïr’in kusursuz yetenekleri inanılmaz başarısının ve ezici küstahlığının kaynağını oluşturuyordu. Ancak bu onun öyküsünün yalnızca bir yarısı. Gençliğinden beri Altaïr, rakiplerinin ve dostlarının duygularına ve niyetlerini okuyabilmesini sağlayan eşsiz bir yeteneğe, nadir bulunan bir altıncı hisse sahip olma belirtileri gösteriyordu. Altaïr gizlice, diğer Suikastçılar tarafından “Kartal Görüşü” adı takılan bu yetenekte kendini geliştirmiş ve mükemmeleşmişti, bir yandan da daima kendisini diğerlerinden ayıran bu gizemli yeteneğe layık olup olamayacağını düşünüyordu.
Altaïr’in beş Masyaf Anahtarı’nda depolanan anılar sayesinde, Tapınakçılar’ın (doğrusu oldukça ilkel olan) Animus 1.28 avatar görüntüleme sisteminin verdiği belirsiz bakışlara razı olmak yerine artık bizzat Altaïr’in hayatını oldukça yakından inceleyebiliyoruz.
DARİM ve SEF
Altaïr Ibn La’Ahad ve Maria Thorpe’nin oğulları, sırayla 1195 ve 1197 yıllarında doğdular. İkisi de [-] babaları Altaïr gibi [-] Masyaf’ta büyüdüler, babaları tarafından Suikastçılık, anneleri tarafından da birer diplomat ve onurlu erkekler olarak yetiştirildiler. Ancak çocukluğunu babasından ayrı, El Muallim’in eğitiminde geçiren Altaïr’in aksine, Darim ve Sef aileleriyle aynı çatı altında, ilgi ve şefkatle büyüdüler. Altaïr, sert mizacına rağmen sabırlı bir babaydı, El Muallim’in ona verdiklerini o da oğullarına vermeye kararlıydı [-] rehberlik ve saygı.
Sef oldukça genç bir yaşta evlendi ve zamansız ölümünün ardından, ailesi on üçüncü yüzyılın ilk yarısında İskenderiye’ye göç etti. Darim’in kendi soyunun devam edip etmediğini bilmiyoruz, ancak daha sonra onun da Mısır’a, kardeşinin dul eşi ve çocuklarının yanına gittiği bilinmektedir.
DİLARA
Topkapı Haremi’nde doğan Dilara, Sultan ve ailesine hizmet etmek üzere yetiştirilmiş, hayatta iyi bir koca ve yüksek bir statüden başka bir şey istemeyen bir Türk kadınıydı.
Yine de bu katı sınırlar onu tatmin ya da mutlu etmiyordu ve kısa sürede arsız ve kötü huylu bir yeniyetme olarak ünlendi. Bu ona tam uyuyordu [-] Tarık Barleti adında, Dilara’nın gözüpekliğine hayran olan bir Yeniçeri’ye uyduğu gibi.
Dilara’nın büyüsüne kapılan Tarık onun salıverilmesi ve Yeniçeriler için çalışmasını sağlamak için çalışmaya başladı, bunun yarısı kibarlıktan, yarısı da Dilara’yı etkilemek içindi. Planı işe yaramadı ve bu Tarık için sonraki yıllarda sürekli içinde taşıyacağı bir keder kaynağı oldu.
EL MUALLİM
Bu adam hakkındaki kayıtlar en çok M.S. 1176 yılına, Suikastçılar’ın Sarazen Generali Selahaddin’le karşı karşıya geldikleri zamana kadar gider. Bana kalırsa El Muallim o sıralar kırklı yaşlarının sonlarında olmalı, ama kesin bir şey söylemek güç. Her halükarda, El Muallim çok yetenekli bir Suikasçtı ve korkulan bir liderdi.
Sakin mizaçlı fakat sözü dinlenen El Muallim emrindeki Suikastçıları en verimli zamanlarından birine ulaştırdı müridlerine katı kurallarla fakat adilce, sabırla, dürüstlük ve anlayışla yaklaşıyordu. Hem dostları hem düşmanları arasından ona hayran birçokları vardı ve birçok öğrencisi onu babası olarak görürdü [-] ki bunlara büyük Altaïr Ibn La’Ahad da dahildi.
Tüm bunlar göz önüne alındığında, El Muallim’in büyük bir prestije kavuşmuş olması beklenirdi, 1191’de kişiliğindeki ani bozulma olmasaydı. İlk Uygarlık eserini [-] Cennet Elması [-] eline geçirdiğinde Tapınakçılar’dan neredeyse hiçbir farkı kalmamış ve kısa sürede onların düşüncelerine benzer düşüncelere sahip olmuştu.
Eser almasının ardından aylar içinde İtikat’ı terk edip barış ve tarikatın yalnızca baskı ve düzenbazlıkla hedeflerine ulaşacağı gibi konular hakkında zırvalamaya başlamıştı. Açıkça sahte, fakat çekiciydi de.
Tapınakçılar’ın sorunu da bana kalırsa bu. Felsefeleri çok fazla basit, çok göz alıcı, karmaşık problemlere önderdikleri çözümle çok basit. Yalnızca X, Y ve Z yap ve tüm problemlerin ortadan kalksın. El Muallim’e göre Elma tam olarak buydu. Dünyada gördüğü tüm karmaşaya basit bir çözüm.
EZIO AUDITORE DA FIRENZE
Ezio Auditore da Firenze, Giovanni ve Maria’nın oğlu. 1459’da zenginlik ve refah içinde bir ailede dünyaya gelen Ezio, yaşamının ilk 17 yılını hovarda yaşamının ve çekici görünüşünün keyfini sürerek geçirdi. Kadınlar onu heyecanlandırdı, şarap onu sarhoş etti ve siyaset onu sıktı. Floransa’nın sokakları onun eviydi, şehrin duvarları dışında herhangi bir şeye ilgi duyduğundan da şüpheliyim. Ancak tüm bunlar 1476’da, babası ve kardeşleri uydurma bir suçla ihanete uğrayıp tutuklandıklarında ve ardından ölüme mahkum edildiklerinde değişti. Ezio o sırada sevgili babası hakkındaki gerçeği [-] onun insan özgürlüğünü ve hür iradenin serbestliğini korumaya ve savunmaya adanmış elit savaşçılardan, Suikastçılar’dan biri olduğunu öğrendi. Babasının eski arkadaşının ellerinde vahşice öldürülmesinin ardından, Ezio yer altına çekildi ve bizzat Suikastçılar’a katıldı.
Takip eden otuz yıl boyunca Ezio kendini iki paralel hedefe adadı [-] babası ve kardeşlerini öldürten adam olan Rodrigo Borgia’yı bulup öldürmek ve Suikastçı Tarikatı’nı güçlendirmek. Rodrigo oldukça zorlu bir rakip çıkmış ve Ezio’nun onu köşeye sıkıştırması yirmi yıl kadar sürmüştü geçen sürede kahramanımızın intikam ateşi oldukça yatışmıştı. Ancak Papa Rodrigo’nun hayatını bağışlamak garip bir lütufa dönüşmüş, Ezio yaşlı adamın burnunu soktuğu işler sayesinde, insanlığın varlığından ve tarihten çok önce dünyada yaşamış gizemli bir ırk olan Önceden Gelenler’le karşılaşma olanağı bulmuştu. Ezio bu İlk Irk’ın arkasında bıraktığı mesajları anlayamamış, ancak gördüklerini de asla unutmamıştı. Ve çektiği tüm acılara karşılık eline güzel bir ödül de geçmişti [-] Cennet Elması.
Rodrigo’nun hayatını bağışlamasından kısa süre sonra, Papa’nın genç oğlu Cesare Auditore aile konağına bir saldırı düzenlemiş, Ezio’nun amcası Mario’yu öldürmüş ve Cennet Elması’nı da çalmıştı. Bu acıttı. Bu çok can yakıcıydı. Ve Ezio’nun Elma’yı geri alıp Cesare’yi dünya üzerinden silmesi beş yıl daha aldı. Nihayet bundan sonra, her şey büyük düzene girmişti. Bir Suikastçı’nın dileyebileceği kadar huzur vardı. Ezio sonraki birkaç yılı elindeki kaynakları derlemeye, öğrencilerini eğitmeye ve bir Usta ve Üstad olarak yeteneklerini keskinleştirmeye harcadı.
Ezio yıllar içinde git gide olgunlaşırken, bazı garip yetenekleri, söz gelimi duyu ötesi bir görüden [-] bilirsiniz, biz Suikastçılar’ın “Kartal Duyusu” dedikleri şey [-] daha azı olmayan yetenekleri de gelişmişti. Kartal Görüşü’nün nereden geldiğinden emin değiliz, ancak tahminlerimiz var. Atalarımızın Önceden Gelenler’le olan bağlantılarının kalıntıları, örneğin. Nasıl olduğunu söylemek güç, ancak gerçeğin kurgudan daha garip olduğu ortada. Her halükarda, Kartal Görüşü Ezio’da oldukça güçlüydü. Onunla geçirdiğim kısa süre içerisinde ben de kendimde az da olsa bunu hissettim, ancak benim onunla geçirdiğim süre senin geçirdiğinden çok daha kısa olduğundan, asla tam deneyimi yaşayamadım. Ancak sen Desmond, Animus’un kanama efekti sayesinde, senin Ezio ile [-] ve Altaïr ile [-] geçirdiğin süre pek az kimsenin hayal edebileceği biçimde sende uyku halinde bulunan bazı duyuları ortaya çıkardı. Bunun için Bay Auditore’ye teşekkür edebilirsin. Buna gerek yok aslında, ne de olsa onun tüm ödevlerini yapıyorsun.
MARIA THORPE
Çocukluğundan itibaren Maria hep bir şövalye olmayı hayal etti. Onlu yaşlarında bir erkek gibi olan Maria diğer çocuklar tarafından dışlanır ve ailesi tarafından “bir hanımefendi olmayı” reddettiği için cezalandırılırdı. Sonunda evi olan İngiltere’yi Kudüs’e gitmek üzere terk etti ve bir çok zorluk ve çileden sonra, birkaç seçkin Tapınakçı Haçlısı’nın gözüne girmeyi başardı.
Zamanla Fransız Tapınakçısı Robert De Sable ile arkadaş oldu [-] güvenini kazandı ve savaş zamanlarında onun kılığına girerek hizmet etti. 1192 yılında Suikastçı Altaïr Robert De Sable’ı öldürdüğünde Maria yeni lider Armand Bouchart tarafından Tapınakçı Tarikatı’ndan atıldı. O noktada Altaïr’e olan öfkesi sonsuzdu… ta ki Altaïr sabırlı ve hassas öğütleriyle ona asıl bozulmanın Tapınakçılar’dan kaynaklandığını gösterene kadar.
Zamanla [-] birlikte ettikleri seyahatler ve yaptıkları çalışmalardan sonra [-] Altaïr ve Maria önce yakın arkadaşlar, sonra sevgili oldular. 1193 yılına gelindiğinde Maria, Altaïr’e onun Maria’ya bağlandığı kadar bağlanmıştı. Eve dönmek için hiçbir sebebi olmayan Maria Masyaf’ta kalmaya ve hayatını Suikastçılar’ın Tarikatı’na adamaya karar verdi.
1195’te Maria ve Altaïr’in ilk çocukları dünyaya geldiğinde artık ayrılmaz hale gelmişler, o güne kadar ayrı kaldıkları tek zaman 1204 yılında, Altaïr’in Kostantiniyye’de başarısız bir Suikastçı Loncası kurma girişimi sırasında evden ayrılması olmuştu. 1217’de [-] artık altmış yaşına gelen [-] Maria, Altaïr’in artık Moğol istilasının görmezden gelinemeyecek kadar büyük olduğuna karar vermesinden sonra kocası ve oğlu Sarif’e katılarak Doğu’ya doğru uzun bir yolculuğa çıktı. On yıldan uzun bir süre Masyaf’tan ayrı kalan çift geçen zamanla birbirlerine daha çok yaklaştı ve kalpleri evlerine olan özlemle titredi.
NICCOLÒ ve MAFFEO POLO
M.S. 1230 yılı civarlarında doğan iki kardeş görünüşe göre doğuştan kaşiftiler. 1250 yılı başlarında [-] henüz ancak 20 yaşlarında olan [-] iki kardeş anavatanlarını terkederek süregelen Latin istilasından pay kapma hayalleriyle Kostantiniyye’ye doğru yola çıktılar. Aynı yıl içerisinde bir ticarethane açtılar ve kısa sürede ilerigörüşlü ve yetenekli insanlar olarak ün saldılar.
Sonraki birkaç yıl içerisinde kardeşler bağlarını koparmayacak ve [-] Niccolò’nun durumunda [-] Marco adında bir çocuğa babalık edecek kadar sık kalmak suretiyle yeni evleri ve Floransa arasında gidip geldiler. Ancak bu kutsal ailevi görev bile Niccolò’nun içindeki ateşi söndürmemişti ve kardeşler, Marco’nun doğumundan kısa süre sonra Kostantiniyye’ye döndüler.
1256 yılında, daha önceden tanıştıkları Darim adındaki bir adamın daveti üzerine kardeşler güneydeki Akka’ya, oradan da Masyaf’a gittiler. Şehre vardıklarında Niccolò ve Maffeo Polo’ya, efsanevi Suikastçı Üstadı Altaïr Ibn La’Ahad eşlik etti. Bu gizemli olduğu kadar iki kardeşin hayatını değiştiren de bir buluşma olmuştu.
Altaïr’in eşliğinde neredeyse bir ay kadar geçirdikten sonra, Niccolò ve Maffeo tamamen başka adamlar olup çıkmışlardı. Adanmış birer Suikastçı olan kardeşler bir Moğol saldırısından hemen önce, Altaïr’in Codex’ini ve beş değişik eseri alarak Masyaf’tan ayrıldılar [-] eserler paha biçilemezdi ve ne işe yaradıkları da meçhuldü.
Zorluklar ve trajik kayıplarla [-] ki bu kayıpların en önemlisi, yağmacı bir Moğol grubunun eline geçen Codex idi [-] geçen haftalardan sonra, Polo kardeşler Kostantiniyye’deki ticarethanelerine döndüler ve bir Suikastçı Loncası kurma işine giriştiler bölgenin her tarafından yerli insanları etraflarına topluyorlardı [-] Yunanlılar ve Türkler, Arnavutlar ve Yahudiler, Cenevizliler ve Araplar.
Ancak tüm çabalarına rağmen Altaïr’in kıymetli Codex’ini kaybetmenin utancını üzerlerinden atamamışlardı ve 1259 yılında [-] Altaïr’in beş eserini muazzam bir titizlilikle sakladıktan sonra [-] on yıla yakın bir süredir yurt edindikleri şehirden ayrılarak, Moğol Hanı’nı aramak üzere yola koyuldular ki bu görev ancak onyıllar sonra Niccolò’nun oğlu Marco tarafından tamamlanabilecekti.
PİRİ REİS
1467 yılı civarında [-] birkaç yıl eksik ya da fazla olabilir [-] Osmanlı İmparatorluğu’nda bir yerde doğan Hacı Ahmed Muhiddin Piri, müphem kökeninin düşündürebileceği kadar gizemli biri değildi. Osmanlı Donanması’nda yetenekli ve üst rütbeli bir denizciydi. Onlu yaşlarından itibaren denizle sürekli iç içeydi, amcası Kemal ile birlikte Akdeniz’i köşe bucak gezip meşruluğu şüpheli seferlere çıkıyordu. Yirmili yaşlarına geldiğinde o ve amcası, özgürlüklerini saygınlıkla takas edip birlikte Osmanlı Donanması’na katıldılar.
1503 yılında, Osmanlı[-]Venedik çatışmasının şafağında Piri’nin askeri macera hevesi sönükleşti ve ilgi alanlarını entelektüel seyahatlere çevirerek, ciddi bir haritacılık işine girişti. 1506’da, Suikastçılar’la bazı talihsiz anlaşmazlıklardan sonra Piri aralarına katıldı [-] bir savaşçı olarak değil, bir alim ve teknisyen olarak. Bir denizci olarak geçirdiği yıllardan sonra artık ulusları birbirinden ayıran sınırlardan sıkılmış ve Suikastçılar’ın ona en gerçekçi entelektüel özgürlüğü sunduğunu hissetmişti.
1511’in sonlarında amcasının ani ölümünün ardından, Piri denizyolları üzerine çalışmak ve çizim yeteneklerini geliştirmek için bir kez daha denizlere açıldı. 1513’e gelindiğinde Güney Amerika’nın doğu kıyılarının en erken ve en isabetli betimlemelerinden birini [-] sonradan dünyaca ünlü haritası olarak tanınacak şeyi bitirmişti. Sonraki yılalrda Piri haritalar yapmaya ve nadir bulunan sanatkârlığı ve teknik yeteneğini geliştirmeye devam etti. Reis ünvanını ise 80li yaşlarının başlarında ancak alabilecekti, ki o noktada artık Osmanlı Donanması içinde bir efsane olmuştu.
SOFIA SARTOR
Sofia Sartor. Tam bir hanımefendi, öyle değil mi? Birden fazla dil bilen, çok kültürlü, süper zeki ve yaşının ötesinde olgun. 1476 yılı civarında Kostantiniyye’de doğduğunu ve Osmanlı[-]Venedik savaşına kadar burada ailesiyle birlikte yaşadığını biliyoruz. Bu 1499’da olmuştu, İmparatorluk içinde yaşayan Venedikliler için gerçekten kötü bir yıldı. Sofia’nın ailesi onu da yanlarında Venedik’e geri götürdü, ancak o doğduğu şehri hiç unutamadı. Neydi o deyiş? Bir kızı Kostantiniyye’den çıkarabilirsin, ama Kostantiniyye’yi bir kızın içinden çıkaramazsın. Böyle bir şeydi işte…
Ve şu tablosu, günlerce hiç durmadan bakabilirim. Tabloyu ünlü Alman sanatçı Albrecht Durer yapmıştı. Sıcaklığı ve renkleriyle büyüleyici bir eserdi. Sofia’nın babası Durer’a kızının portresini yapması karşılığında gülünç bir rakam önermişti, ancak sonunda ressam modelini gördüğünde ücret kabul etmemişti. Onun resmini çizmenin yeterli bir ödül olacağını söylemişti. Doğru. Yalnızca büyük sanatçılar böyle bir güzelliğin karşılığının olmayacağını bilirler.
Bir çok farklı ilgi alanı olsa da Sofia’nın asıl tutkusu yaklaşık yarım yüzyıl önce icat edilen matbaa ile gerçekleşen bir aşk olan edebiyat üzerindeydi. Tarihte ilk defa kitaplar bu kadar ucuz ve herkes tarafından erişilebilir olmuştu. Sofia kitapların demokratikleştirici etkisine bayılıyordu ve herkesin de bayılmasını hayatının asıl uğraşısı haline getirmişti.
ŞEHZADE AHMET
Henüz genç yaşlarında, Şehzade Ahmet bizzat babası II. Bayezid tarafından seçilerek Osmanlı İmparatorluğu tahtının varisi olmuştu. Birçoklarına göre bu çok mantıklı bir seçimdi: Ahmet babasının savaşa olan gönülsüzlüğünü ve batıni ilimlere karşı ilgisini paylaşan, minnettar ve sadık bir evlattı.
Ancak diğerlerine [-] Ahmet’in bu özelliklerini zayıflık olarak görenlere [-] göre, Ahmet Sultanlığın gücünün zayıflayışının sembolüydü. Ve bir çok Osmanlı devlet görevlisi de onun yetersiz olduğunu ve tahtın gerekliliklerini haiz olmadığını düşünüyordu.
Sultan’ın kendi Yeniçerileri bile müstakbel Sultan hakkındaki hoşnutsuzlukları konusunda seslerini yükseltiyorlar ve bir uygun bir lider olup olmadığını açıkça sorguluyorlardı. Görevi olduğu üzere, İmparatorluğu koruyabilecek miydi? Güneydeki Memlüklüler’e ve Doğudaki Safeviler’e savaş açabilecek miydi? Tanrı’nın hükmünü yerine getirip sınırları genişletebilecek miydi? Yeniçeriler bu baskıcı sorulara pozitif cevap istiyor, ancak Ahmet’in bunlara tatmin edici bir cevap getirmekten uzak olduğunu düşünüyorlardı.
1510 yılı civarında, Ahmet’in en küçük kardeşi Selim [-] Yeniçeriler’in sessiz desteğini de alarak [-] çok az bir direnişle karşılaşacağını düşünüp küçük bir orduyla Kostantiniyye’ye yürüyerek, tahtı açıkça talep etti. Ahmet’i büyük bir dertten kurtararak, babası Bayezid Selim’in ilerleyişini durdurmak üzere öne çıktı. Ancak yaşlı Sultan hastaydı ve [-] birçok insanın düşündüğü gibi [-] bu durumun dönüşmekte olduğu, iki taraf için de acı sonuçlara yol açacak olası bir iç savaşı engelleyebilecek durumda değildi….
ŞEHZADE SELİM
Sultan’ın beş oğlundan en küçüğü olarak, Şehzade Selim babasının kutlu konumu için içinde pek az umut besleyerek gençliğine ilk adımlarını attı. Ancak 1509 yılında, talihi epey değişti. Erkek kardeşlerinden ikisi ölmüştü, bir diğeri [-] Korkut [-] ise kendisine bir tehdit oluşturamayacak kadar politikadan izole ve etkisizdi. Yalnızca Sultan’ın en sevdiği oğlu, Ahmet, Selim’in yolunda duruyordu. “Yavuz” fakat aynı zamanda akıllı bir adam olan, ihtirasla yanan ve cenk etmeye aşık olan Selim hamlesini yapmadan önce seçeneklerini gözden geçirdi.
Ordusunu toplayan Selim Kostantiniyye’ye kuzeyden saldırmak için bir plan geliştirdi. Hasta pederi II. Bayezid kuzeybatıda, Edirne’de dinlenirken Selim, Yeniçerilerin onu şehre sevinçle kabul edeceğini ve Bayezid’i geri çekilmeye zorlayacaklarını düşündü. Hesaba katmadığı şey ise, babasının savaşmak için ani ve yenilenmiş bir canlılığa kavuşmasıydı. Tahtını korumak [-] ve Ahmet’in gelecekteki Sultanlığını garantilemek [-] için ileri atılan Bayezid ordularına Selim’in ilerleyişini durdurmalarını emretti ve bu emir yıldırım hızıyla gerçekleşti. Bocalayan Selim hükümdarlığa olan isteği daha da kamçılanmış olarak, stratejisini yeniden gözden geçirmek ve adamlarını toplamak için Karadeniz’in kuzeyine, Kefe’ye geri çekildi.
TARIK BARLETİ
Tarık Barleti Hrıstiyan bir Arnavut ailesinde, dört erkek kardeş ve üç kız kardeşten en büyük ikinci erkek olarak doğmuştu. Ancak [-] küçük erkek çocukların Sultan’ın hizmetine “gönüllü” oldukları [-] Osmanlı devşirme sistemiyle önceki hayatındaki bu küçük detaylar kısa sürede önemsiz hale geldi. Devşirme sistemiyle Osmanlı olurdunuz, bir kez ve daima. Göründüğü kadar talihsiz olan bu sistem yürürlükte olduğu zamanlar bir çok genç erkekte uygulanmıştı. Dünyanın her yerinde alınan ve satılan kölelerin aksine, devşirme sistemiyle yetişen çocuklar oldukça saygın pozisyonlara gelme şansı bulurlardı, örneğin Vezir olmak ya da Tarık’ın durumunda, bir Yeniçeri [-] Osmanlı Sultanı’nın elit askerlerinden olmak gibi.
Böylece Tarık sadık bir Osmanlı olmuştu ve Şehzade Ahmet’e olan öfkesi, Şehzade Selim’e olan sevgisi ve hayranlığı kadar iyi biliniyordu. Bu da tüm Yeniçeri güçlerinin sadakatini Selim’in tarafına çekmekte etkili oldu. Böylece Yeniçeriler kağıt üstünde Sultan II. Bayezid’e bağlı görünseler de, hepsi içten içe Selim’in önce çıkması ve gücü ele geçirmesini istiyordu. Ve Yeniçeriler kendi başlarına güçlü bir politik güç teşkil ettiklerinden, Tarık bu tarz konuları susturulma ya da suçlanma korkusu yaşamadan açıkça dile getirebilirdi. Doğrusu cesur bir adamdı.
YUSUF TAZİM
Abstergo bu adam hakkında birkaç yıl önce topladığı bazı verilere sahip. Ancak standart tarih kitaplarında hakkında pek bir şey yok, eminim Yusuf bunu bilse bu duruma oldukça sevinirdi. Yusuy Tazim 1467 yılı civarında Bursa’da doğmuş, sekiz yaşından itibaren ise Kostantiniyye’de annesi tarafından yetiştirilmiş bir Türk’tü. Babası bir Suikastçı idi ve muhtemelen Yusuf da bu yüzden bir Suikastçı olmuştu. Ancak baba Tazim’e ne olduğu hakkında hiçbir bilgi yoktur. Öldürülmüş müydü? Ailesini terk mi etmişti? Bu konuda ben de senin bildiğinden fazlasını bilmiyorum.
17 yaşına geldiğinde, Yusuf şehirde bir tırnakçı ve ufak bir hırsız olarak epey tanınır hale gelmişti. Ancak efsanevi Vezir İshak Paşa ile tesadüfen karşılaşması tüm bunları değiştirdi. İshak da Bâb[-]ı Âli’de, II. Bayezid’in burnunun dibinde faaliyet gösteren bir Suikastçı idi. Vlad Tepeş’i yenilgiye uğratan, daha sonra Osmanlılar ve Suikastçılar arasında geçici bir anlaşmaya aracılık eden de İshak’tı. 1480lerin sonlarında açık fikirli İmparatorluk vatandaşlarını İtikat’a katılmaya ikna etmekle oldukça meşguldü. Yusuf İshak’ın karizmasına ve etkileyici liderliğine kapılmış ve 20. yaşgününden hemen önce Suikastçılar’a katılmıştı.
Bu noktadan itibaren Yusuf hızlı ve kendinden emin bir şekilde yükselmiş ve M.S. 1500’e gelindiğinde kendine oldukça iyi bir ün edinmişti. 1502’de, Yusuf Yunanistan’da Osmanlı[-]Venedik savaşını barışçıl bir sona kavuşturmak isteyen bir Venedik Suikastçıları grubuyla karşılaştı. Bu çabalar meyvesini vermiş görünüyordu, 1503’te savaş durmuş ve Osmanlı İmparatorluğu’nun batı sınırlarına barış hakim olmuştu.
Belki de Suikastçılar’ın barışı sağlamaktaki başarısıyla rahata kavuşan II. Bayezid son on yılında oldukça yumuşamış, tasavvufi metinleri ve simya deneylerini devlet yöneticiliğine yeğler olmuştu. Bu Suikastçılar’ın da işine gelmişti, donuk bir barış ortamı sonu gelmez savaşlara ve Emperyal genişlemeye göre daha iyiydi. Ancak, 1509’daki büyük depremin ardından, Kostantiniyye’de yeni bir tehdit baş göstermişti [-] eski Bizans amblemleriyle savaşan Tapınakçılar. Görece sakin yılların etkisinden sıyrılan Yusuf bir kez daha Suikastçılar’ını önlerindeki uzun ve zorlu savaşa hazırlamaya başlamıştı.